Loçka Elvan

Sev ki hücrelerin yenilensin!

"Özleminin sınırlarına git.
Bırak her şey olsun sana;
güzellik ve dehşet.
Sen devam et.
Hiçbir duygu nihai değil."
Rainer Maria Rilke

"Belki de yaşamımızın tüm ejderhalari, sadece bir kez bizi güzel ve cesur görmeyi bekleyen prenseslerdir.
Belki korkunç görünen her şey, en derin varlığında, bizim sevgimize ihtiyaç duyan bir şeydir."
Rainer Maria Rilke

Oyun Arkadaşı Aranıyor

Yaşı kaç olursa olsun oyun hakkını sorgulayan, koltuktan kalkması beş saniyeden kısa sürecek, gülmekten çene kaslarının ağrımasına razı, oyun arkadaşları aranmaktadır. Beraberce oynadığımız oyunlardan aldığı keyif ve ilhamı hayatına katmaya niyetli oyun arkadaşlarının insaniyet namına Dm’den Elvan Kurşun’a ulaşmaları önemle rica olunur.

Elvan (Yenihayat) KURŞUN kimdir?

-Kadıköy Anadolu Lisesi, İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat mezunu ve eski bankacıyım, 

26 senelik evli 19 yaşında bir erkek çocuk annesiyim.

Pera Sanat, Stüdyo Oyuncuları, Müjdat Gezen Sanat, Mahalle Tiyatrosu ve Deniz Erdem Oyunculuk atölyeleri gediklisi, Çağdaş Drama Derneği ve Anadolu Üniversitesi İlköğretimde Drama Kaynaştırma mezunuyum. Şiddetsiz İletişim-Türkiye eğitmen adayı, Kadıköy Gönüllüler Kahvesi, Fenerbahçe ve Rasimpaşa Gönüllüler Evi ve Wtech Akademi yaratıcı drama gönüllü eğitmeni, Hayata Renk Ver Derneği Lideri, Enstitü Fabrika Psikoloji-Felsefe Etkinlik Çarkı işçisi, Steptember, Sıra Dışı Meydan Okumalar ve Cep Sahne/Papağan Kızlar gönüllüsüyüm. 

Ayrıca yaratıcı drama yöntemiyle Kurumsal İletişim ve Takım Olma eğitimleri veren “Oyunbaz İşler” adlı bir firmam var. Halen online olarak ve Atölye No 23 gibi keyifli mekanlarda de yan yana olarak da merak ettiğim konuları katılımcılarımla beraber araştırmak için bireysel katılıma açık yaratıcı drama atölyeleri düzenlemekteyim. Devam eden atölyelerimiz için bu sayfadaki ilanları ya da sosyal medya hesaplarımızı takip edebilirsiniz…

     twitter, social media, icon-2430933.jpg  instagram, insta logo, new image-1675670.jpg    facebook, logo, social network-770688.jpg

Teşekkürler bu fotoyu medyaya yüklememi takiben gerek özelden gerekse paylaşımım altına yağan güzel yorumlarınıza ve beğenilerinize… Ama o kadın ben değilim. Bana benziyor, gözleri, yüzü, duruşu, bakışı beni andırıyor haklısınız, ama o ben değilim. Saçlarımı o renge boyatsam da o ben olmayacağım. Şimdi bu fotodaki kadın ve ben sizinle aynı masada yan yana oturuyor olsak, arka arkaya birer cümle kursak ya da kalkıp aynı anda yürüsek, aynı kişi olmadığımız şappadanak ortaya çıkar. Belki bu arada sizler iç diyaloğunuzda hangimizin size daha aşina geldiği, hangimizle iletişimde olmanın size daha iyi hissettirdiğiyle ilgili, maçtaki bir tenis topu misali ikimiz arasında gidip gelirsiniz. Bana gelince, ben de kendi iç diyaloğumda, bana benzeyen ama ben olmayan bu kadınla ilgili bitmek bilmez bir karşılaştırma tufanına kapılırım. -Nasıl biri? Sesi edası nasıl? Kafası nasıl çalışıyor? Komik mi? Acaba benden daha mı komik? Açık görüşlü mü, hayatı nasıl anlamlandırıyor? Mottosu ne? Hangi konularda neler biliyor, bunları nasıl aktarıyor karşı tarafa? Dost canlısı mı? Mış gibi mi yapıyor yoksa söylediklerine gerçekten inanıyor mu? Özgürlüğü nasıl tanımlar? Film seyretmeyi seviyor mu? Şahsına mı münhasır? Hangi şarabı seviyor? Ayakkabıları düz mü yoksa topuklu mu? Dizlerinin sağlığı nasıl?… Benden daha mı uzun, daha mı genç görünüyor, daha mı sağlıklı ve elbette ki benden daha mı güzel*?   İç diyaloğuma dönersem: “Ona bakıp, onun ben olduğumu düşünen güzel bakışlı tatlı kalpli dostlarımı paylaşıyorsak şu an, yoksa rakip mi o bana?” -Yoruldum. Mola…   Böyle temsillenip hoşuma gitmesi bir yana, niye böyle bir şeye ihtiyaç duyduğum başlamak için güzel bir yer gibi (Byung Chul Han’a göre çekilip medyada paylaşılan selfieler de benzer bir yerden ama şu an konumuz selfieler değil).   Eski yeni fark etmez, yıllar boyu iletişimde/ilişkide olduğum sizlerden pek çok harika duydum/duyuyorum kendi hakkımda. Bunları duymak, görünür olmak, birilerine bir ara iyi geldiğimi, ait olduğumu hissetmek, sevmek sevilmek, saygı görmek şu an şu yaşımda bu kafayla harika. Orası kesin. Ama her zaman bu kafada bu bakışta algıda değildim. Çocukluğumdan beri çok duyduğum üç sıfatı yazmam gerekse onlar: “Çılgın, deli ya da alem”sin olurdu. Üçünün arasında da “ALEM”sin açık ara birinci. O kadar çok duydum ki tüylerim diken diken olurdu bir aralar. Karşımdakinin zihnini okuyamadığım ve insanların aynı benim gibi sürekli değişip dönüştüklerine inandığım, insanları baştan kodlamak istemediğim için genelde bunu duyunca tepki göstermemeye gayret ettim. Yine de içten içe “acaba alemsin kelimesini hangi manada kullandı” diye, söylendiği yere her seferinde bir işaret fişeği bırakmış olabilirim. Kimlerle, nerelerde, nelerle uğraşıyor olsam da, “alemsin” in zihnimin arka planında açık kalmış bir program olarak gibi, pilimin ömründen yediğine eminim. Basbayağı enerjimden çalmış, ilişkilerime gölge ya da Hamlet’ inki gibi içime kurtlar düşürmüş!   Neden derseniz sanırım -Gestalt ekolünün deyimiyle “ALEM” olmakla ilgili bitmemiş bir mesele-m varmış/ vardı. Yani hayatla ilgili dertlerimden biri de niye karşılaştığım, iletişimde olduğum, yakınlaştığım ya da önceden seçimsiz yakınlarımın yaklaşık %70’nin bana ara ara neden “alemsin” diye seslendiğiymiş!   Filozoflar, psikologlar, işin uzmanları doğada ve mikrokozmozda biz insanlarda, her şeyin zıt kutbuyla birlikte var olduğunu söylüyorlar. Halbuki sadece bizim toplumuzda değil dünyanın çoğu yerinde sadece eksik, yetersiz, yoksun, kırık, kıskanç, fakir, çirkin, başarısız, fazla duygusal, öfkeli, hırslı olmak değil, spontan, açık uçlu, kestirilemez ve deli dolu olmak da yadırganıyor. Bir yanınız benimle olmak benden keyif almak, öğrenmek isterken diğer yanınız ise sağımın solumun kestirilemez olmasından dolayı sizi tedirgin ediyor, ürkütüyor, yabancılaştırıyor, benden uzaklaştırıyor. Gelgitli bir ilişki ve iletişimimiz var yani. Bazılarınız benden korkuyor bile olabilir. Ben de benden çok daha farklı olan biriyle karşılaştığımda yadırgıyorum bu arada merak etmeyin. ???? Yani hepimiz insan olma skalasının her boyutunda bulunuyoruz bir ara, sadece kendimizdekini fark etmek karşımızdakinde (aynada) daha kolay. Gölgemiz nadiren önümüze düşüyor, genelde arkada yanda oluyor ve dikkatimiz ağırlıkla kendimizden ziyade bir diğerinde oluyor. Yani ağırlıklı dış farkındalıklı odaklıyız, iç farkındalık odaklı değil. Kısacası insan olmanın aydınlık tarafının diğer kutbu, karanlık/ gölge yanının kabul edilebilir olmadığı öğretiliyor bizlere çocukluğumuzdan beri. Sosyal normlara göre “negatif hatta kötü kokan şeylerden olabildiğince uzak bir şekilde büyütülüyoruz, “kötü” diye adlandırılan her ise masallarda, tavan aralarında ya da kilerlerde saklandı. Öyle büyüdük/ büyütüldük/ eğitildik ve dersimizi iyi öğrendik. Cadılar, avcılar, şeytanlar, çiyanlar ve kötülük paralel evrenlerde ya da kurmacalarda, fantastik boyutta yer alır, biz insanlar her birimiz sanki hep sütten çıkmış ak kaşıkmışız ve hep öyle temiz kalacakmışız gibi. Ya da liderler başımızdakiler kötü, doğduğumuz yer kaderimizdir, onlar faşist bunlar fazla marjinal, sen ak, ben kara, tencere dibim senden kara… Olduğumuz halimizle olduğumuz kişi olarak, kabul, onay, sevgi, saygı artık ilişkilerimizden ihtiyacımız ne ise, onu karşı taraftan alamayacağımızı sezip kendiliğimizden farklı davrandığımızda, sosyal normların etkisiyle olduğumuz kişiyi yadsıyarak bir kutuya hapsettiğimizde, düşünüp farklı davrandığımız her an, olduğumuz kişiyi bastırıp görmezden geliyoruz. İyi kötü çirkin yavaş kıskanç hırsız vb neyse ne: yargılar yargılar.   Doğal olarak ben de aynı tornaya giren ancak tornada bozuk çıkan bir ürünmüş gibi “alem” liğimle cebelleşip durdum, yıllarca dost olamadım.   Olduğumuz, göründüğümüz, düşündüğümüz, hissettiğimiz, inandığımız gibi olduğumuz göründüğümüz düşündüğümüz hissettiğimiz ve bunu da diğerleriyle paylaşıp/gösterdiğimizde; normlara, toplum ortalamalarına, mevsim normallerine, dine, yasalara, kolluk kuvvetlerine, eğitim/ öğretime, okul ortamına, en bir hoşlanıp sevdiklerimizin bakış açılarına, atasözlerine, batıl itikatlara, doğru sanılanlara, el aleme ve hatta kendi kendimizin torna versiyonuna ters düşüp “çılgın, deli ya da alem” olabiliriz, doğrudur evet!   Gerçekte başka şekilde düşünüp, hissedip, arzu edip, ihtiyaç duyup; “kurda kapılma” korkusuyla -MIŞ GİBİ yaptığımız her bir durumda da kendimizden ırağa düşüyor, kendimize yabancılaşıyoruz. Virginia Satir’in de dediği gibi “benzerliklerimiz yakınlaştırıp, farklılıklarımız zenginleştirir” halbuki. Tüm bunlardaki asıl trick/ espriyi yeni kavradım. O da şu ki, başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğü hissettiği davrandığı önemli elbette ama asıl bizim kendimiz hakkında ne düşündüğümüz hissettiğimiz davrandığımız en önemlisi. Çünkü o tornaya girdik ve şekillendik evet ama Sartre’ın da dediği gibi “insan özgürlüktür” aynı zamanda. Seçme şansımız var. Kendiliğimize -başka biriymiş- gibi dışardan bakıp kendimize bir diğerine olduğu kadar objektif bakma şansımız da mevcut. Ancak bu şekilde prangalarımızdan kurtulabiliriz. Belki o fotoda bana benzeyen ancak yapay zekayla şekillendirilmiş kadın kadar hoş** görünebiliriz.   ** artık o hoşluk bize ne ifade ediyorsa özgür, kendinden memnun, kendine güvenen, yaşıyla barışık, aşmış (onun da algısı her birimizde ayrı mahfuz)- * “Güzeli Kurtarmak” kitabında Byung Chul Han’ın neyi güzel bulduğumuzla ilgili söyleyeceklerine gelirsek; güzel bulduğumuz, hiç de öyle sandığımız gibi ‘altın oran’a sahip ve diğer her şeyiyle mükemmel görünen, mükemmel konuşan, kendinden emin davranan, başarılı, güç sahibi vb. olanlar değil. Aksine eksik, arızalı, kendini benzerlerinden ayıran dikkate değer bir farklığa sahip, bütüne olan uyumsuzluğuyla bizi dürtenler kendine çekiyor. Kadrajın içinde bize bakan gözleri “iki eksik bir olunca samanlık seyran olur mu?” sorarken “haydi gel benimle ol ve benim eksik parçamı tamamla” diye çağırıyor. Belki Freud’un ya da Lacan’ın dediği gibi çocukluğumuzdan, daha ana dilimizi kullanmazdan evvelki zamandan tanıdık gelendir bize güzel! Zarlar çoktan atılmıştır.   Keşke hepimiz birbirimizi ve biz de kendi kendimizi, durumları, olayları sevdiğimizi düşündüğümüz dile getirdiğimiz kadar yargılamasak ve olduğu gibi kabul edebilsek…İç sesimizin yargı tarafını kıssak, ve daha lezzetli ve keyifli yanlarımızla buluşsak. Her halükârda o an olduğumuzu sandığımız kişiden bu kadar kolay vazgeçmesek… Biz biziz! Hatalarımız başardıklarımız, öfkemizi ve arzumuzu gösterme şeklimiz düz taban ayaklarımız, güzel ellerimiz, hızlı konuşmamız ve yeşil gözlerimizle!  Olduğumuz halimizle varız. Bizde böyleyiz. Olduğumuz gibi. İyi ki!   * Hamlet- Shakespeare Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar Yollarını değiştirip bu yüzden, Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.     [...]
  Kuruçeşme sahilde yaklaşık yirmi beş yıldır yan yana birbirinden sürprizli iki keyifli mekân işleten Burcu Zilli ve Engin Tayfur’un son anlaşmazlıkları, yine medya gündemine bomba gibi düştü. Dün gece iki mekânın bodygardları arasında başlayan ağız dalaşı, Burcu Hanım ve Engin bey’ n de olaya dahil olmasıyla kısa sürede, gürültüsü patırtısı ve maddi ziyanı bol bir sokak kavgasına döndü. Mekânlar dışı sokağa taşan kavga, polisin müdahalesi sonrası, iki tarafın da birbirinden şikayetçi olmaması ve dışarıya taşan müdavimlere bedava içki ısmarlanması sonrası, başladığı gibi hızla sonlandı. Kavga sakinlemiş gibi görünse de bugün iki tarafın sosyal medya hesapları üzerinden birbirleriyle yaratıcı atışmaları dikkatleri üzerlerine çekmeyi sürdürdü. Kavga sonrası bir buçuk milyon takipçi ile aynı zamanda bir sosyal medya fenomeni olan Burcu Zilli’nin takipçi sayısının Instagram’da iki buçuk milyona, Tiktok’ ta üç buçuk milyon kişiye ulaştığı gözlendi. Aynı kavgayla Tik Tok’ta bulunmayan Engin Tayfur’un Instagram takipçi sayısı ise bir milyon kişiyi ancak buldu. Bugün akşamüzeri, her iki mekânda birer aperatif almak suretiyle mekanları kolaçan eden saha muhabirimizin bildirdiğine göre, kavga sonrası bu keyifli mekanlarda sadece rezervasyonlar dolmakla kalmamış, menüdeki yiyecek ve içki fiyatlarına da neredeyse % 50 civarında zam gelmiş. Yine bugün trafikte cipleriyle diğer muhabirimize yakalanan her iki patronunda ağız dalaşı sonrası hem rahatlamış oldukları, hem de ağızlarının kulaklarına vardığı, kulağımıza gelen son bilgiler arasında… Bu konuda size asıl duyurmak istediğimiz bomba haberse ikiliyi uzun zamandır gözlem hapsine alan gizli muhabirimizden geldi. Muhabirimizin uzun zamandır kovaladığı bu haberi, diğer gazetelerden ve tüm sosyal medya mecralarından önce ve tek başımıza bildirmekten son derece gururluyuz… Sıkı durun! Geliyor…. Şimdi ve burada yalnız Parlak Işıklar’da… Reklam… Sıkı durun! Geliyor…. Şimdi ve burada yalnız Parlak Işıklar’da…   Sadece Kuruçeşme’de işyerleri yan yana olmakla kalmayan Burcu Hanım ve Engin Bey’in senelerdir aynı zamanda Tarabya Boğaz’da da yan yana yalılarda oturduğu hepimizin malumu. Ancak bu birbirlerine karşı son derece düşmanca tavırları olan azılı rakip için işlerin hiç de bizim sandığımız gibi olmadığını, aslında gerçekten düşman olmadıkları, sosyal medya ve müdavimlerini gözleri önünde süregelen kavgalarının da birer tezgâh olduğu söylesek size Ne derdiniz? Şaşırdınız değil mi? Yalnız değilsiniz… Biz de çok şaşırdık! Aralarında yıllardır süregelen yoğun düşmanlığın sahte olması hepimizi şok etti, evet… Sıkı durun bitmedi. Muhabirimizin uzun ve gizli araştırmaları sonucu Burcu Hanım ve Engin Bey’in yaklaşık evli oldukları, evleri arasında bir gizli geçit olduğu, geceleri birbirlerinin evinde kapalı kapılar ardında 7 senedir aşk yaşadıklarını ortaya çıkarmış bulunmaktayız. Evlerinde çalışacak personele gizlilik sözleşmesi imzalatan ikilinin son kahyaları yurtdışına yerleşirken onlara bir sürpriz yaparak bu gizli oyunbazlığı bozmuş oldu. Kavga ve düşmanlığın onların gençlik oyunculuk zamanlarından kalan bir tür oyun olmasına mı bozulalım, mekanlara ilgiyi bu kavgalar aracığıyla diri tuttuklarına mı biz karar veremedik. Top sizde…. Bakalım bu bomba haberden sonra medya takipçileri, mekân müdavimleri ve hayranları nasıl tepkiler verecekler? Sevgili Burcu Hanım ve Engin Bey keşke bize de bir gizlilik sözleşmesi imzalatsaydınız!   [...]
Güven de çalışıyoruz iletişime dair yetişkin drama programımızda biz… Güvenmeden güvende hissetmeden güven vermeden güven almadan, güvensiz alanda hiçbir taze ortak şey yetişmiyor, yaratıcı ilişkilenme kurulamıyor. İkili dansı seyrederken aklıma bir an için “fiziksel güven”in gerçekleşmediği bir an düştü. Korkunç sonuçları olabilir böyle bir güvensizlik anının. Kadın partner düşüp ciddi bir şekilde yaralanabilir sakat kalabilir bitkisel hayata bile girebilir. Halbuki sadece dans ediyorlar.   Bir de “duygusal güven” var. Aynı fiziksel güvende olduğu gibi karşılıklı ilişkide olduklarımız tarafından duygusal olarak sakatlanmayacağımıza dair bir duygusal teminata ihtiyacımız var. Karşı tarafın söylediği ya da yaptığı ya da yapması ilişkiye katkı sunacakken, taraflardan birinin sorumluluktan kaçarak yapmadığı şeylerin bizim üzerimizdeki etkisine dair. Bir tutam “empatik” duyuş becerisine sahip olmak gerek burada da karşılıklı. Olmadığı durumda bu kez de ciddi bir “duygu/ ruh sakatlanması” söz konusu olabilir taraflarda. Sonrasında diğer insanlarla bağlantıya geçmek ilişkiye geçmekte kaçınma, korku ve kaygı eşlik edebilir insana.   Sirklerde tehlikeli gösterilerde ağ bulunması sonra, hep cambazı bir miktar güvenli alanda hissettirebilmeye ikna için…Olmadı düştüğünde fiziksel güven vermek için var sanırım.   “Fiziksel ya da duygusal güven” den en az birine sahip değilsek “kendimize güven” devreye giriyor. Ağ yoksa ve de empati o karşımızdakiyle ilişkimiz hep ayağımızın patinaj yaptığı, ne ileri ne geri gidebildiğimiz balçık bir zemine mahkum ediyor bizleri. İşte o zaman o güven sayesinde kendimize güvenerek kuyruğu dik tutmayı, sürekli acı çekmektense yalnız kalmayı cesaretle göze alabiliyoruz.   #deneme #yeniyazı #LockaElvan #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #karakterinhayatyolculuğu #duygugünlüğü #duygularsözlüğü #kendiliğindenlik #ElvanKurşun #Oyunbazİşler #KendineaitbirDramaOdası https://www.instagram.com/reel/CsJw9cvgqSs/?igshid=NTB3bzQwdTViZHI5 [...]
Kendimizle duygumuzla ihtiyacımızla dürüstçe halleşmedikçe kendimizden, kendiliğimizden çıkamıyoruz. Kendilik kendiliğindenlikten farklı. Aile toplum sosyal normlar elalem anane sosyal kurallar ve din de kendiliğe dahil. Halbuki kendiliğindenlik öyle mi? O içten gelen. Doğalı(mız) bu. Kendiliğindenlik de halleşmeyi işaret ediyor. Önce ben maskeyi kendime takacağım ki kendimden kafamdaki polisin beni hapsettiği çılgın zihnimden çıkabileyim. Başka bir zihinle buluşabileyim. Onu anlamaya dinlemeye boş alanım olsun zihnimde aklımda. İzin verse(k)ler beden duygu hisler söylüyor bize doğrusunu en kestirmeden.  Üstelik bedavadan online, çevrimiçi bedenlerimiz her an bizimle. Kendimizden çıkamadığımız anlarda karşı tarafa hiç varamıyoruz. Durumlarca günlerce yıllarca canlarca varamıyoruz. Adım atmak için harekete yeltendiğimizde olduğumuz alanda patinaj yapıyoruz. O yüzden “sen seni bil sen seni” o yüzden “Gnothi Seauton” “ilim kendini bilmektir.” Ve kendini bilmenin içine “önce o şöyle düşünsün şöyle yapsın, zaten şöyle biri, salak vb…” dahil değil. Yargı ya da kişiselleştirme dediğimiz alanlara uzun atlama girişimimiz yine patinajla sonuçlanacaktır. O taraf karşı tarafa ait alan. Biz sadece kendi alanımızda kendimizi çalışıp kendimizi bilebiliriz. Karşı tarafın ne düşündüğünü ne de ne hissettiğini bilebiliriz. Onun yerine doğrusuna biz karar veremeyiz ortak ilişkilerimiz de bile. Ama onunla ok olmadığımız konusunda ok olabiliriz. Onun anlattığını görüşünü bakışını duygusunu anlamaya çalışabiliriz. Kızmadan onu rencide etmeden dinleyebilir, tarafsız alanda kalmaya niyet edebiliriz. En azından bazen bunu yapabiliriz ilişkilerimiz ve kendimiz için. Vaz geçebiliriz. Ya da ilişkilerimizden olmayı seçebiliriz. Zira “herkes beni olduğum gibi kabul etsin, herkes benimleyken sadece benim uygun gördüğüm biri gibi olsun, benim istediğim gibi davransın, ama ben ne kimseyi olduğu gibi kabul edeyim, ne de öyle davranayım” peynir gemisiyle ilişkiler maalesef yürümez. Yürümüyor da zaten hayat okulunda. Öğreniriz öyle ya da böyle er ya da geç. Bu hayatta olmasa başka hayatlarda… #deneme #yeniyazı #LockaElvan #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #karakterinhayatyolculuğu #duygugünlüğü #duygularsözlüğü #kendiliğindenlik #ElvanKurşun #Oyunbazİşler #KendineaitbirDramaOdası [...]
Bekleme Tüneli İçim boş. Bomboş. Berrak bir gündeki masmavi gök gibi. Ne sıcak ne soğuk. Ne acı ne tatlı. Duru. Dingin. Sessiz. Sözsüz. Kıpırtısız. Peter Brook’tan Augusto Boal’e, Gestalt’ten Kafka’ya ey boşluğa övgü düzenler! Nerelerdesiniz? Dolu olana yeni bir şey dolamayacağını düşünen, yazıp söyleyenler… Boşluktan sonrasını durup beklemeyi, öğütleyenler. Ne olacak bundan, buradan sonra? Hayır hayır korktuğumdan değil. Kaygılandığımdan hiç değil. Merakımdan soruyorum. Belki de biraz sıkılmaya başladığımdan. Biliyorum efendim sıkılmanın yaratıcılıkla bir göbek bağı var. Gel gör ki ben sıkılmaya çok yakın biri değilim. Nadir sıkılırım. Bunalırım, daralırım, afakanlar basar ancak sıkılmak, bir de hevesi kaçmış olmak çok aşina olduğum duygular değil. Kendimi her daim motive etmeyi, ilham almayı, oyalayıp eylemeyi bilmişimdir. Neyse konuyu dağıtmayayım durmak ve beklemek demiş idim. Herkes öznel deneyiminden farklı birer ürün, sonuç, eser elde etmişti. Hatırlıyorum. Benzemiyordu hiçbirininki birbirine. Benim bu yazıyı yazmaya başlamadan önce hissettiklerime benzer uçuşkan bir takım belirsiz hisler. Yapılması gerekenler, geç kalınmışlıklar, bir miktar kaygı, korku belki suçluluk. Hepsinde benzer nokta sadece durmaya ve sadece o ana şahit olmaya dairdi. Dolacak olanla ilgili hiçbir bir beklentiye girmemiş olmaktan bahsediyorlardı. Ve yorum ve yargıda bulunmamaktan. Çünkü o yola girdiğimizde yapılması gerekenler, geç kalınmışlıklar, suçlululuk vb. çıkmaz yoluna geri dönülüyordu. “Zorlamadan, zorlanmadan, yorum yapmadan, içinden geçene izin vermekle ilgili diye kendi kendime tekrar edip daldım bekleme tünelinden içeri. Zira tünel gibi kapalı uzayıp giden, zamanı kendi içinde kıvrık bir şey bu beklemek. İyice rahatlattım bedenimi, içimden geçene izin verip onun sadece gözlemcisi olduğum anda yargıdan yorumdan bağımsız koca bir can sıkıntısı geldi oturdu içime. Yanına bir miktar hayal kırıklığı yanaştı. En son diğerlerini ittirerek hevesi kaçmışlık kendine yer açtı kucağımda. Kararlıyım sadece anın şahidi olmaya. Beklemeye her ne ise bu gelen, gelmekte olan.  Sonrası mı bir duyuların keskinleşmesi, duymada görmede mekanı algılamada netlik. Dikkatinin tamamının şu ana bedene toplanması. Öncesinde ve sonrasında önemi olan ne vardıysa şu an önemini yitirdi.  Olanın biraz daha bana nüfus etmesi için kendime izin verdiğimde genişleme ve daha da keskinleşme. Bir insandan çok bir hayvan gibi algısına geçiş. Sebepsiz ve bolca neşe. Sebepsiz bir sevincin çağlayarak içine dolması. Can sıkıntısı, hayal kırıklığı ve hevesi kaçmışlık geldikleri gibi gittiler. Elbette kulağıma nedenleri hakkında bir şeyler de fısıldayarak. O onlar da bana kalsın bu bekleme sandığım duygu tünelinden. Bazımıza göre klostrofobik de gelebilen.   [...]
  Önceden yaşadığımız hayal kırıklıklarımızın yeni tecrübelerimizde gözümüzü korkutmasına izin verdiğimizde yeni tecrübelerimiz saflığını güzelliğini ve taptazeliğini yitirerek gözümüzde değer kaybı yaşamaya başlıyor. Arada bir yerde bu yön, saf değiştirme karşı tarafca hissediliyor. Ve ilişkinin ya da iletişimin gidişatını önceki iletişim/ iletişimden kalan korku, kaygı kızgınlık, kırgınlık vb. duygu tortuları yönetmeye başlıyor. Bundan sonrası aşağı doğru düşen bir grafik izliyor. Tersi için duygu düşünce ve eylemlerimiz konusunda çok uyanık olmak gerekiyor. Hamlet’ in ikircikli hali tüm şüphe korku ve kaygıları sonrasında gelen tutuklukları ya da eylemleri o yüzden bize hala yakın geliyor. Nasıl neler düşünüp hissettiğimizin sorumluluğunu almaz isek tehlike yaratmamız kaçınılmaz. Hatırlayarak eski acının içinden yürüyüp geçerek yaşanan içinden geçilen neyse ona dayanarak direnerek belki dönüşebiliriz. Zümrüdü Anka kuşu ya da çarmıha gerilme metaforları keza Simurg Efsanesi hep bunu anlatmaz mı? Unuttuğumuzda hiçbir şey anımsamadan bilmeden yine aynı ateşe atlama cesareti göstersek bile yine aynı sonuca varırız. Matematiksel olarak formüldeki değişkenler aynı kaldığında sonuçta değişmez. Burada ne sonuca ne diğer değişkene kızabiliriz. Sadece kendi değişkenimizle oynayabiliriz. Onun katsayısı arttığında sonuç otomatik büyüyecektir. İlişkiler yine de zayıf değildir. Kimse arada da olsa sevildiğini önemsediğini değer gördüğünü bildiği bir ilişkiden gitmez. Kaygı ve korku anlarında ya da duygu yoğunluğunda karşılıklı bunların paylaşımı, açıklık dürüstlük, dinleme, nazik bir arz talep, arada özür ve teşekkür her yakın ilişkiye ilaç gibi gelir. #LockaElvan #izlik #deneme #ilişkiler #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #iletişim #ihtiyaçlar #karakterinhayatyolculuğu #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #oyunculuğudenemesahnesi #duygugünlüğü #keşfetteyiz #duygusözlüğü #kendiliğindenlik  #Oyunbazİşler #ElvanKurşun   [...]
“Sana bir şey olmaaaaz!, “aslansın”, “kaplansın” “Elvan’daysa tamamdır” ” altından kalkar” diyorlar çevremdekiler yakınlarım en yakınlarım. Bana o ara şöyle bir bakıtorlar ya da hiç bakmıyorlar. Bazen yüzum acik verirse belki diye kafalarını görmemek için benden başka tarafa çeviriyorlar. Bazen fark edebildiğimde içimden geçeni duygularını ihtiyaçlarımı dile dökmeye kendimi ifadeye çalışıyorum. Duymamış gibi yapıyorlar. Bu konuda konuşmak dahi istemiyorlar. Benim de duygularım var sizler gibi. Ben de aynı sizin gibi bazı konularda hassas ve duyarlıyım. Benim söylediğime bazen de yaptığıma istinaden etkilendiğinizi yara aldığınızı söylüyorsunuz. Ben de sizinkilere üzülüyor ağlıyor uykusuz kalıyorum uzun zamanlar aynı sizler gibi… Benim de ihtiyaçlarım var. Ben de aynı öyleyim. İnsanım ben de sizler gibi. Söyler misiniz bana benim sizden ne farkım var? Niye ben aslan süper kadın* olmak zorundayım da sizler başka türlü? Nedeni basit sanırım öğrenilmiş çaresizlik deniyor buna. Doğduğum evde yaşım kaç olursa olsun, ilk sorumluluk almam gerektiğinde etrafımda yapacak kimse, ya da gönüllü yoksa ben yapmışım. Ne duyguma ne ihtiyacıma bakmışım. Düşünmemişim sadece yapmışım. Sadece yapmışım derken, nasıl yapacağımın bilgisi de gelmemiş. Sezgilerime, yapabileceğimin iyisine göre yapmışım. Ha kimin iyisine göre orası bilinmez. Benim iyime göre değilmiş orası kesin. Ben iyisi düşünülenlerde en sondaymışım. Ya da onların duyguları daha da acısını söyleyeyim onların var olmaları ve kendimin var olmam arasında bir seçim yapmam gerektiğinde duygularımı ve davranış kalıplarımı bir askıya asıp acil yapılması gerekenler neyse Maslow’un alt basamağında onlara yönelmişim yıllarca. Başka şeyler tatlı arzu duyulabilecek canlı hissettiren şeyler mi? Üzüntü hayal kırıklığı şaşkınlık canı sıkkınlık rafa kalkar da hiç heyecan canlılık neşe kalkmaz mı? Duygulara bir yol vermeye gör sülalesini toplayıp gidiyor uzunca bir zaman sadece kuzenlerini değil. Velhasıl yapılması gereken yapılıyorsa hayat sahne üzerindeki bir takım kültür fizik hareketlerine benziyor. Hâlbuki karakterin bir “büyülü eğer” e ihtiyacı var. Öyle değil mi? Bendekiler neler mi? Arada yolda bir durup etrafa baktığımda akışta gördüklerim duyduklarım tattıklarım lezzetler. Dokundum da ama sanırım pek hissedememişim… Geriye dönüp baktığımda “temas” kısmı. Keza ayrılma kısımları tekmili birden arızalı kalmış. Elde turna oyunundaki gibi. Değ kaç. Yoksa ben de ne aslanım ne kaplanım ne de süper kız! Benim de moralim bozulabiliyor, incinip kırılabiliyorum, hatta bazen uzanıp kalkmayasım yapmayasım geliyor. Ne çare ki beden kayıdım böyle tutmuş. Böyle öğrenmişim böyle hayatta kalmışım. Savaş kaç ya da don seç beğen al! 🙂 *Süper kadın sendromu ya da diğerlerini kendinin önüne koyma ataerkil toplumlarda, eminim toplumumuzdaki birçok kadında da aynı şekilde tezahür ediyordur. Yine de ben bildiğimi en iyi kendimden bilirim. #LockaElvan #deneme #Oyunbazİşler #duygular #ilişkiler #karakterinhayatyolculuğu #kahramanınbaşarıyolculuğu #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #kendiliğindenlik #keşfetteyiz #iletişim   [...]
Biriyle ona rağmen bir ilişki yaşamamız mümkün olamaz. Olsa olsa bu ilişki tek kişiliktir. Bir konuda fikrimizi söylemekle konuyu ya da kişiyi eleştirmek arasında bayağı bir ton farkı var. Ve eleştiri var eleştiri var. Karşındakinin o olaydaki varlık derecesine, o konu hakkında hissettiklerine düşündüklerine o konuyu geliştirmek adına ihtiyacı olanlara bakmazsızın değil eleştiri, yorum dahi yapılmamalı. Hatta fikir dahi beyan etmemeli. Bakalım istiyor mu bu yorumu ya da eleştiriyi? Karşımızdakinin bu fikre yoruma ihtiyacı var mı? Ona hangi açılardan iyi gelecek bu yorum ya da gelmeyecek mi? Bunu duyduktan sonraki halinde mi önceki halinde mi iyi olacak bu YAKINIMIZ? Biriyle ona rağmen bir ilişki yaşamamız mümkün olamaz. Olsa olsa bu ilişki tek kişiliktir. Diğerinin varlığını yok saydığımız görmezden geldiğimiz her ilişki kendi kendimizle yaşadığımız bir ilişkidir. Diğeri dışında kalmıştır. Birbirimize dahil ait göz göze olamamışızdır. Gerçek bir buluşma Hilal Bebek’in de dediği gibi yaşanamamıştır. Ağzımızdan karşı tarafa doğru gidecek her kelime cümle ya da destanda önce kendimizin bunu yapmaktaki duygumuza ihtiyacınıza bakmalı… Daha sözümüz ikinci kişiye varmadan kendi içimizde amacımızı anlamış bilmiş olmalıyız. Neye hizmeti ediyorum bu iletişimde ilişkide birlik ve beraberlikte? Mesele bu! #Oyunbazİşler #duygular #ilişkiler #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #kendiliğindenlik #keşfetteyiz  #iletişim   [...]
Hoşlanmak Tdk: hoş bulmak, beğenmek, zevk almak, sevmek… “Hoşuma gidiyor” diyoruz. Neyin nelerin kimlerin niye nerede nasıl hoşumuza gittiğini bilmeden. Sorgulamadan. Hoşlanmak diye bir duygu da yok üstelik. 🙂 Hoşlanmak belki: memnun, umutlu, heyecanlı, şefkatli, meraklı, etkilenmiş uyanık, iyimser, sevecen, ilham dolu vb. karışımı. Daha da birçok duygu var “hoşlanma” nın içinde girebilecek dışına çıkıp zaman içinde ölçüsü ayarı değişip yine yer alacak pek çok duygu: şükran dolu, güvende, keyifli, hevesli, hoşnut tatmin olmuş, sevecen, istekli, sabırsız, uyanık… Hoşlanmak kolay sanıyoruz çoğunlukla Ve basit. Halbuki değil. Duygularımızı böyle kolay harekete geçirenin bileşeni de basit olur yanılgısından sanırım. Belki de o yüzden bir ara hoşlandığımız şeyleri yerleri durumları ya da kişileri hor görüp onlara kötü davranabiliyoruz, ya da onları gözden çıkarmaya girişebiliyoruz. Orada tam orada, arada bir yerlerde, bir veya birkaç kırıklık vuku buluyor. Bazen önce biz hoşlandığımızla ilgili beklentimizde, olan ya da olmayanla ilgili bir kırıklık hissedebiliyoruz. Hatta hayal kırıklığı yaşıyoruz. O hayal kırıklığıyla bazen hoşlandığımıza da hor davranıyoruz. Bu durumda bir yerine iki kırık olabiliyor. Misal çiçeklerimize vazomuz dar geliyorsa, ona kızıp hor davranırken düşürüp kırabiliyoruz onu. 🙁 Vazo kırılır da insan hiç kırılmaz mı? Elbette biz de kırılıyoruz. Etki tepki, tepki, etki, oluyor bir kırık bin kırık. İçimizde cam kırıklarıyla geziyoruz. Sonra zaman geçiyor ve o hoşlandığımız yer kadar o kişi-ler mekanlar kadar hoşlanmadığımız deneyimler yaşıyoruz. Belki daha çok hoşlandığımız da olabilir. O şekilde yaklaşabiliyoruz yeni hoşlandıklarımıza. O korku, acı, hayal kırıklığıyla. Ancak o zaman o anki o eski hoşlanmaya dair bir fikrimiz şu ankiyle bir karşılaştırma imkanımız oluyor. Ve deneyimin içindeki kendiliğimizi karşımızdakini, olanı biteni daha iyi anlama, anlamlandırma şansımız doğuyor. O an biz ne yapmışız ne istemiş ne beklemişiz? Neye ihtiyacımız varmış? O kişiden durumdan şeyden mekândan nelere İhtiyacımız varmış? Niye yanaşmışız o limana? İhtiyaçlarımızdan hangileri karşılanmış hangileri karşılan(a)mamış? Karşılandığında ne hissetmişiz? Karşılanmadığında ne hissetmişiz? Niye karşılanamamış? Bu hoşlandığımız bir kişi idiyse kendisinde yapabileceklerinin menüsünde varmış da mı bize vermemiş? Kendine ve diğerlerine verebildiği bir şeye mi ihtiyaç duymuşuz o kişiden? Talep etmiş miyiz? Nasıl talep etmişiz? Tatlı net ve nezaketle mi talep etmişiz? Biz ihtiyacımızı bilmiş doğru anlamış mıyız? Diyelim ki mükemmel bir şekilde bilmiş talep etmişiz; karşı taraf oralarda mı? Doğru bir zaman mı ondan talepte bulunmak için? Yoksa (Maslow’un) ihtiyaçlar piramidin de daha ilk basamaklarda mı? Belki de kaygı ve korkuyla karışık savaş-don-kaç modundadır hala… Yine de Hoşlanmak sadece bir durumsa Hoşlanmamızda hiçbir mahsur yok Ama hoşlanma ile iletişim, iletişimle ilişki arasına beş paragraf, elli duygu, yetmiş beş ihtiyaç sıkışmış on beş dakikalık deneme yazısı kuş uçuşunda yine…:) * Elvank: Elvan’ın lügatına göre.   Mart 2023   [...]
Yorgan gitti diyorum, kavga bitmiyor! Aramızda bir yorgan vardı. Beraberce yan yana güzelce örtünecektik işte. Yan yana olunca da ısırırız ki aynı yorganın altında. Baştan başladın bu yorgan değil sen yanımda yatan değilsin?  Yok ben yokmuşum gibi yorganı kendi üstüne çekmeleri hatta yorgan altına üçüncüyü almalar Yahu biz daha iki kişi sığmıyoruz yorganın altına sonra sen benimle paylaşmayı bile istemiyorsun. Zaten paylaşmıyorsun bile? Sahi yorganı istiyor musun? Benimle niye aynı yorganı istiyorsun? Sana başka yorgan mı yok? Bana başka yorgan mı yok? Sen ne istediğini biliyor musun? Neyi niye nasıl yaptığının sen farkında mısın? Olamazsın çünkü hiç olmamışsın. Her yorgan paylaştığını iddia ettiğin ya sana yorganı bırakmış gitmiş ya sen yorganı çıplak kalmışsın öylece. Buradaki hikâye yorgan kavgası değil. Yorganı paylaşmak mı paylaşmamak mı? işte mesele bu! Sonra sen beni sade ama sadece bana şikayet edeceğine niye hetkese bağırıp seyirci topluyorsun durmadan! Elaleme ona buna sülaleye! En olmayanı da bu en başından… Nasıl güveneyim ben sana iki kişilik yorgana ettiklerine bir bak. Bu bir tiyatro oyunu ve sen de gösteri mi yapıyorsun? Yahu oyun değil bu yorgan paylaşıyoruz yorgan!!!! Ha anladım sen üşümüyorsun, oyuncusuuun seennn… Kavga ve yorgan iki ayrı şey diyorum sana. Hatta kavga yorgan ve rol üç ayrı şey. Yorganın içinde kavganın da rol, poz, persona ne dersen de onun da yeri yok. Ayrıca kavgan ne benimle ne yorganla. Kavgan kendinle. Kavgana çalış! Uyumlan, izin ver, emek ver, sev, sevil, sen de saygı göster, nezaket adamı öldürmez. Benimle aynı yorganın altında yatacaksan, bunu istiyorsan… Neredeyse yazsam bir tiyatro oyunu olurmuş bu yazı da bu arada…:)) Sahneye Mehmet Baydur’un doğum oyununda yaptığı gibi sahne ortasına metaforik olarak bir yorgan koyarak oyunda. Ben buna çalışayım bir bakayım hele! Neden olmasın? :)) #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #duygular #ihtiyaçlar #duygugünlüğü #duygularsözlüğü #iletişim #ilişkiler #Oyunbazİşlet #LockaElvan #kendiliğindenlik #hayatımınanlamlıan   [...]
Oyun- Tek Sahnelik Oyuncular: Bir kadın, bir erkek 08 Mart Dünya Kadınlar Gününe özel tek gösterim) Eric Morris’in “Ol-ma Hali” yaklaşımına ithaf edilmiştir.) Adam: -Somurtma gül biraz! -Gül, ama fazla gülme -Sesini alçalt biraz, sesine dikkat. Yüksek sesle gülme -Kendine güvenerek gül ama -Kahkaha? -Kahkaha mı? At! -Ne kadar? -Ne kadar mı bilmiyorum… At bakayım -Yok olmadı bu, çok gülüyorsun. Bak ağlamayasın sonra, aha haaa… -!? #%₺@#& -Güldüğün gibi at kahkahanı da. -Ölçülü ol biraz. Bak herkes sana bakıyor… -Ağzını çok açarak, yayarak, gülme. Kadın gibi gül işte. -!? #%₺@#& -Kibar kibar… -Çık. Yok hanımcık oldun. Seksi de ol. -Sakın Adile Naşit gibi güleyim deme. Çok itici oluyorsun. -!? #%₺@#& -Hoop dedik, fazla seksi oldu, kendine çeki düzen ver! -Yahu şimdi de baban gibi güldün, oldu mu? hiç, yakıştı mı sana -Hayret bir şey, her şeyi biz mi söyleyeceğiz sana? -Kendin gibi gül işte. -!? #%₺@#& -Kendin gibi nedir bilmiyor musun? -Bana sorma, ben de bilmiyorum. Ben de babam gibi gülüyorum. Küçükken bir güldüm baktım herkesin hoşuna gitti, ondan beri hep aynı şekilde gülüyorum. -Hamlet’in gülüşü mü? -Hamlet’i oynaam da aynı şekilde babam gibi güleceğim. Başıma yeni yeni icatlar çıkarmayınız efendim. Onu da herkes beğenir eminim! 🙂 -?!@#&#@ * Videodaki egzersiz Oyunculuk çalışmasının hazırlık kısmında yapılan beş dakika boyunca kahkaha atma egzersizinin bir kısmı.  Dramada çocuklara da uygulamaktayız beden enstrümanındaki gerilimi ve kaygıyı azaltmaya birebir. Diyaframı da geliştirir, beden yoluyla zihni/hormonları kandırıp ruh halini pozitife çevirir. Videodaki performanstan: -Annem leş gibi yerlere yattığımı görse ne der!… -Babam (rahmetli) elli dört yaşında yerlere yattığımı görse ne derdi! 🙂 :(( #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #kendiliğindenlik #oyunculuğudenemesahnesi #duygular #ihtiyaçlar #eylemler Elvan Kurşun/ Mart 2023 İstanbul [...]
Sevmek deyince tek bir anlamı var gibi mi geliyor size? Sevmeyi sevilmekle aynı pakete sarıyor gibiyiz. Sevmek derken daha çok sevilmeyi kasteder gibiyiz. Bazen de sevmeden sevilmeyi. Sevilmeyi isterken sevmenin nasıl bir şey olduğunu görmezden mi geliyoruz ne? Bazen görülme isteğimiz, karşımızdakinin varlığını hiç görmeden, onun üzerinden kendi anlam ve değerimizi ölçmeye yönelik oluyor. Bazen de karşımızdakini kendi kusurlarımızı görmek için “ayna” olarak kullanıyoruz. Onu bir maşa gibi bir diğeriyle ilişkimize alet ediyoruz. Ne çok etinden sütünden faydalanıyoruz sevmek eylemi üzerimizden birbirimizin. Eti de kemiği de bizim oluyor. Emtia gibi takas etmekten itina etmiyoruz. Ha arabamız, ha sevdiğimiz. Kırılırsa, bozulursa yenisi, hatta daha iyi teknolojilisi, daha güzeli, daha hızlısı, daha daha daha…Ha huyuma gidersin ya da gidersin! Halbuki sadece sevmek, sevilme niyetinden soyunmuş sevmek, evden ziyade yuva çatısı altında ne çok ve farklı eylem odası istiyor. Birini “o olduğu için, olduğu kişi olarak” sevmek, ondan diğer bir insan olarak hoşlanmak, sevmenin A ’sı.. Her hoşlandığımızı -eylemsel olarak- sevmeye girişmiyoruz. Birini bir kez sevdiğimizde sevme eyleminin kendisi bir çeşit alfabe, yeni bir çeşit dil, bir anlam gibi. Sevmekten münferit diğer eylemler de alfabenin diğer harfleri, heceleri, cümleleri… Hoşlandığın kişiyi sevmeye niyet, ağır bir yükün altına gönüllü girmek.  Zor ve meşakkatli bir iş. Sevmek bir birbirini takip eden heceler, harfler, cümleler, paragraflar, sayfalar derken, iki kişi arasında geçen bir roman ya da romanlar serisine dönüyor bu haliyle. Eylemler derken sevgimizin derecesine göre ilk hoşlanmanın yanına ilgi, alaka, özen, saygı, anlayış, yakınlık, kabul, onay, şefkat,, empati, sabır, iltifat, takdir, destek, güven, içtenlik, sıcaklık, aidiyet, nezaket, kolaylık göstermek, onu ve hallerini merak etmek, hal hatır ve ihtiyacını sormak, iltifat, takdir etmek, güven ve şükran duymak, onun hayallerini, kendini gerçekleştirmesini desteklemek, ona moral vermek, güldürmek, beraber büyümek, gelişmek, dönüşmek, eğlenmek, gerçeklik, bütünlük, katkı sunmak, kutlamak, ilham almak-vermek, zor zamanların, acı ve başarısızlıkların içinden el ele geçmek de var. Sevdiğimizde yapılacaklarımız konusunda yaratıcılık bitmez. Ola ki sadece sevilmek için karşılığını vermeksizin sadece bunları talep etmek için yanaşmayalım birbirimize. Eşit değerlilik, karşılıklık, bağlantı, aidiyet, sevmek, vermek, almak ve onu merak… Ya da sevmeye girişmeden sadece uzaktan hoşlanmak ve o fikrin kendi üzerine bir roman yazmak. O da bir seçenek elbet. [...]
Psikolojimiz bozuksa mesuliyeti bizde. Aynı hissettiklerimizin sorumlusu olduğumuz gibi. Bir ara önce kendi bozuk psikolojimizle ilgilenmediğimiz sürece psikolojimiz artan bir ivmeyle bozulmaya devam edecek. Tecrübeyle sabit. Şartlarımız berbat, şansımız kötü. Olabiliyor bunlar hayatta. Herkes aynı şartları göğüslüyor bazıları hala neşesini koruyor, birilerine yardıma koşturmaya sınırları ölçüsünde bir diğeriyle hala sağlıklı ve kalpten bir şekilde ilişki kurmaya devam ediyor, İlişkilerimizin bozulmasındaki payımız, o kişiyle daha aramız bozulmaya başladığı ilk anda düzeltmeye dair kaygı duyup herhangi bir adım atıp atmadığımızla, yani o an sorumluluk alıp almadığımızla birebir ilişkili. Sonrası da aynı şekilde artan ivmeyle devam. Güven elzem. Karşılıklı güvenmeden bir arpa boyu gidemiyoruz. Güven tek taraflı topal kalıyor da olmuyor. Güven daha en başta ya kuruluyor ya kurulamıyor. Daha en başta bizi kolaycacık satan birine güvenemiyoruz. Onun sarstığı güveni biz telafi etsek bu kez suistimal ediliyoruz. O da farkında oluyor bizim onun yerine ilişkide siper olduğumuzun biz de. Bir an unutulmuyor bu. Ve bunu bir kez yapıp da paçayı sıyırdığını gören artırarak gidiyor güveni sarsacak hareketler yapmaya sınırları zorlamaya. Büyüyen kar topu gibi. Ve her sorumluluk almadığı her hareketi karşı tarafla ve kendi kendisiyle de dürüst bir yerden ilişki kuramadığı için psikolojisini bozmaya devam ediyor. Yabancılaşıyor yabanlaşıyor kendiyle bir diğer-leri-iyle de. Oyun parkındaki “mızıkçı” çocuk gibi işte. O yüzden sorumluluktan kaça kaça yetişkin de olamıyor ilişkilerinde.  Odadaki fili herkes görüyor ya da ‘kral çıplak’ ı. İlişkilerimizde sorumluluk almadığımız sürece psikolojimiz düzelmeyecek. Sorumluluk derken başta o ilişkideki duygularımızın sorumluluğunu almak geliyor. “Başkalarının yaptıkları duygularımızın tetikleyicileri olabilir, sebebi değil” diyor Şiddetsiz İletişim’in kurucusu Marshall Rosenberg. Ve ekliyor: -Öfkelendiğimiz bir iletişim durumunda kaçımızın içinden “şunu yaparak beni kızdırdı!!!” düşüncesi geçer? -Kaç iletişim kurarken öfkelendiğimiz bir durumda “şunu yaparak beni çileden çıkardı diye düşünürüz? -“Şunu yaparak beni kızdırdı” diye düşündüğümüzde nasıl davranmak isteriz? -“Şunu yaparak beni kızdırdı” şeklinde bir düşüncemiz varsa karşımızdakini suçlamak ister miyiz? Hormonlarımız nasıl çalışır? İçimizde neler olur? Karşımızdakini cezalandırmak ister miyiz? -Karşımızdaki kişinin davranış şekli bizim birtakım duygularımızı uyandırabilir, ama duygularımızın nedeni olabilir mi? -Sonradan düşündüğümüzde “öfkemizi tetikleyen olay” ile “öfkemizin nedeni” arasında bir ayırım yapabilir miyiz? -Şiddet hangi durumda ortaya çıkar? -Acımıza başkalarının neden olduğuna bu nedenle de cezayı hak ettiklerine inanmaktan kaynaklanır. -Bütün öfkelerin temelinde karşılanmamış bir ihtiyaç yatar. Bu nedenle öfkeyi bizi uyandıracak bir çalar saat olarak kullanabilir miyiz? İhtiyacımızı tam olarak farkında olup ifade edebilir miyiz?” O kişiye kızgınsak ve konuyla ilgili onunla hesabı kapatmaz isek bir ara patlayacak bir yerinden iletişim orası kesin. Önce kızgın olduğumuzu kavramalı. Onun yaptığı bizi kızdırsa da kızgınlığımız sebebi, mesulü o değil. Duygu bize ait. Orada dürüst olalım. Karşı tarafla hakiki bir yerden diyalog kuralım. Neden kızgın olduğumuzu söyleyiş şeklimiz devreye giriyor burada da. Zira beden dilinin* iletişimde % 55, sesimizin** % 38, sözcüklerin*** %7 payı var. (Prof. Albert Mahrebian- Ucla Üniversitesi) Yani ne kadar önemli ve doğru ölümcül bir şey söylesek dahi karşı tarafa giden bizim onu nasıl ve niye ona söylediğimiz… * mimik jest duruş postür ** duygusu, hızı, tonu volümü. *** söylediğimiz şeyin içeriği   [...]
“İktidar kelime kökeni olarak ‘kudret’ ten gelir. Kudret, bir şeyi yapmaya gücü yeten anlamındadır. Yani bir toplumda bir şeyleri değiştirmeye gücü olan iktidardır, zira güç ondadır. Bir toplumda bir şeyler iyiye gitmeye başlamışsa bunda iktidarın payı vardır, Sezar’ın hakkı Sezar’a. Psikolojide gelişmemiş kişiliklerin bir özelliği de yapılan yanlışın sorumluluğunu almamaktır, bu yanlışın sebebini kendinde bilmemektir. Gelişmemiş toplumların iktidarları da yanlışların sorumluluğunu kendileri almayarak dış ‘a atfederler, dış mihrakların oyunu gibi. Mevcut sorunların sorumluluğu kabul edilmeden değişme/değiştirme pek mümkün değil. Zira eksikliği hissedilmeyen şeyin boşluğu nasıl doldurulsun ki. Bu durumda gerekirse iktidarların sırtı da sıvazlanır. Ama bir toplumda bir şeyler kötüye gitmeye başlamışsa bunun da sorumlusu iktidarlardır, zira bir şeyleri değiştirme gücü onlardadır.” Nusret Özüş Nokta atışı. Tamlık fantezisi. Eksiklik hissetmemek. Tam da bu işte. Kendini olmuş yanmış pişmiş görmek. “Ben kendim tamım. Olan bitende hiç yanlışım yok. Varsa da, mahvetmişsem de yok. Bütün suç  hata ‘dış mihraklarda’. Ben değişmem dönüşmem. Çünkü gerek yok. Hep karşı taraf mesul o yapsın gereğini Kişilerde ya da vatandaş- iktidar arası aynı dinamik geçerli. Davranışlarının sorumluluğunu almamış olmak= gelişmemiş kişilik = yetişkin olamamak 🙁 İktidar söz konusuysa gücün eksik ya da yanlış kullanımı. Tarafların arasını, güveni sarsmak suretiyle birbirine aidiyeti bozan. Nusret Özüş’ ten Hata insana mahsus. Hata olabilir.  Bir, belki birkaç tane de… Yine de hata yaptığında, kasıtlı ya da kasıtsız karşı tarafa bir şekilde zarar verdiğini gördüğünde; fark ettiğinde ya da karşı tarafın beyanına güvenerek; bunu karşı tarafa telafi edeceğini düşündüğün şekilde eyleme geçmek sorumluluk almak demek. “Özür dilerim, üzgünüm ya da şu an bunu telafi için ne yapabilirim, nasılsın?” diye sorma ya da arada bir yerde gönül alma… hepsi kabuldür. Elzemdir. İnsan olmaya dairdir. Deneme Elvan Kurşun Şubat 2023 [...]
“Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. … Vanya dayı, bekle… Dinleneceğiz, Dinleneceğiz…” Anton Çehov “İnsanlara olmaları gerektiği gibi davranın, böylece yeteneklerinin el verdiği kişi haline gelmelerine yardımcı olmuş olursunuz.” demiş Goethe. Hoş bazen biz onlara öyle davransak da onlar kendileri için bunu istemeyebiliyor… Odağı dikkati enerjisi kendisinden ve kendi olarak bir diğerine verebileceği fayda, ilham ve şifadan ziyade daha önceden kendisine yapılmış ancak nedense o ara bununla uğraşmak yüzleşmek istemediği için görmezden geldiği, görmezden geldiği için de onu “hayalet ” gibi kovalayan duygularla-kırıklık kızgınlık ve keder gibi- boğuşmakla geçiyor. Onu * iki yakasından silkeleyip söyle demek istiyorum: Geçmişi orda ne olup bitmişse, bizi bir yere götürmeyecek, şu ana bir faydası yok. Muhtemelen geçmişte olanın şu anla yakından bir ilgisi bile yok. Benziyor belki eski tecrübene ama aynı kişi ve durumda bile olsa Heraklitos’un da ” aynı suda iki kere yıkanılmaz” dediği gibi biz taraflar değiştik. Hadi bu kez farklı davranmayı seçelim. Ve söylenmek dışarda bir düşman aramak, bulduysak bile bu iki taraflı ilişkide bizi yapıcı onarıcı bir yere götürmeyecek… Özre mi ihtiyacın var, telafiye mi? O ona ait o istemediği yapmadığı durumda bunu da alamayacaksın. Beklediğin ne ise dışardan gelmeyecek. Gelse iyi olur belki hala gelebilir. Ama bütün enerjini varlığını buna armağan etme ve sor kendine bir diğerine: Ben ne yapabilirim? Onarıma nasıl yardımcı olabirim? Neresinden tutup kendimce katkıda bulunabilirim. Çünkü bu bana tam da şikayet ede kaldığım köşeden çıkma amacı, anlamı verecek…Belki umut verecek Ve her insanoğlu gibi en önce anlam, amaç ve umuda ihtiyacım var devam edebilmek için… * Ki bu kişi bazen ben/ kendim bile olabiliyorum. Hiçbirimiz bu tuzaktan uzak değiliz… #ışığayakalnmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamıanarınınkaydı #duygular #ihtiyaçlar #kendiğindenlik #duygularsözlüğü #anlam #coşkubelleği #karakterinhayatyolculuğu #oyunculuğudenemesahnesi #hayatsahnesi #seyircioyuncu #benlikalgısı 17 Şubat 2023 İstanbul [...]
  Paulo Freire’ ye (Ezilenlerin Pedagojisi) göre ise insanlar dünya aracılığıyla birbirlerini eğitebilirler. Bu olurken “söz” yeni bir güç kazanır. Her insan kendi sözünü söyleme yoluyla* dünyayı adlandırma ve dolayısıyla değiştirme dönüştürme hakkını yeniden kazanır. İnsan kendi gücünün ne kadar farkına varırsa ve gerçekliği sadece kendisinin dönüştürebileceğinin farkına varırsa, bu gerçekliğe o kadar eleştirel yaklaşabilir. İnsan bunun bilincine ulaştığı zaman kendini aşma, kendi gerçekliğini kavrayarak dönüştürmek üzere harekete geçebilir. Yine de Heiddegger ‘in de dediği gibi “biz insanlar mütemadiyen umursarız”. Sosyal varlıklar olarak etrafta olan biteni sürekli gözlemleyen, umursayan bir algımız var. İnsan umursar derken, ben, beni çevreleyen bağlamda ne olup bittiğini -bilerek ya da bilmeyerek- sürekli gözlemlerim. Hayatımım geçmiş dönemlerinde “umurumda değil, bana ne” dediğim anlara baktığımda da bunun tersini, kendime söylediğim bir yalanı görüyorum. Her an her şey umurum-uz-dadır. Aynı içinden geçtiğimiz şu günlerde yaşadıklarımız, düşündüklerimiz, hissettiklerimiz ve bunları ifade etme biçimlerimiz gibi… Ferhat Jak İçöz’e göre bu umursama olayının çoğu bilinçaltında gerçekleşir. Birinin bizim arkamızdan konuşmasını duymamış ya da bilmiyormuş gibi yapmamız -duyduğumuz andan itibaren- mümkün değildir. Ya da hasta olduğumuzu bildiğini düşündüğümüz, sevdiğimiz birinin bize “geçmiş olsun nasıl oldun? Bir şeye ihtiyacın var mı?” demesinin önemli olmadığını düşünmemiz de. Kendimize “umurumda değil” dediğimiz anlarda, olanın bizim üzerimizdeki etkisine ihanetle ve kendimize de yalan söylediğimizin bilinciyle, kendi kendimize yabancılaşmaya başlarız. O yüzden hem içimizde hem dışımızda olan her şey bizzat “bütünseldir ve nihayetinde her şey bizimle/benimle” ilgilidir. Sadece içtekileri kabul edip dışardakileri kabul etmeyip, onlara yabancılaşmamız hiçbir işe yaramaz. Bunları epeydir biliyorum. Yine de içinden geçtiğimiz günlerde pratikte uygulamak zor geliyor insana… İçim dışımda, dışım en içimde gibi bir şey. Agah Aydın’ın bu aralar canlı yayında “bu felaket günlerini duygusal olarak atlatabilmek, şimdi ve burada sağlıklı bir şekilde var olabilmek adına ara ara sosyal medyaya ve gündeme ara verme, dikkatimizi gündemin odağından başka bir alana çevirmek” tavsiyesiyle biraz hizaya geldim. Yaratıcı dramanın (estetik yönü), tiyatro tekniklerinin (Augusto Boal- Ezilenlerin Estetiği), oyunculuğun**, edebiyatın, yazı yazmanın, müziğin ya da sanat eserlerinin, sanat terapisi çatısı altında veya değil, kişinin eserle, oyun ya da filmdeki karakterlerle özdeşleşme yoluyla duygu ve ihtiyaçlarına bir  indirekt bir kendini ifade yöntemi bulduğu, içinden geçtiği süreci anlamlandırmaya yardım ve aracı olduğu, yoğun belki de bastırılmış duygulara bir çeşit boşalım alanı açmak suretiyle sağaltım, katarsis sağladığı epeydir biliniyor. Aristotales’in insan eylemlerinin düzeltilmesine yönelik bir çeşit “arınma, düzeltme” olarak nitelendirdiği “katarsis”in ”*** mantığı Antik Yunan’ın “Tragedya” tiyatro geleneğine kadar uzanıyor. Kâh merak kâh suçluluk duygusuyla gün içinde, sosyal medyaya mola verip, kendime bir nefeslik alan açmak adına, insan olmaya dair filmler seyretmeye gayret ettim. Dün seyrettiğim, “geride kalanın suçluluk duygusu” yla özdeşleşme sağlayan ve bu yolla beni bir miktar arındıran. “Kelimelerin Gizli Dünyası” adlı film oldu. Filmin kahramanı savaş mağduru -toprağım- bir kadın…. Filmden; “Bu psikolog odasında kaç Hanna var biliyor musunuz? Bu savaşla ilgili anıları kaydediyoruz. Niye biliyor musunuz? Savaşta ne kadar kan aktığını ne kadar ölüm olduğunu, bu video kasetlerin ne çok acı ve nefret barındırdığını biliyor musunuz? On yıl sonra Balkan Savaşında yaşananları kim hatırlıyor? Savaştan tesadüf eseri sağ kalıp da yaşadıklarını anlatabilenler, anlatabilirlerse. Hayatta kaldıklarına utanan insanlar…ki bu utanç acı ve her şeyden büyük olan utanç sonsuza dek sürebilir…”   Benzer utancın yaşanan deprem felaketi ile insanlık namına tüm Tc vatandaşları olarak hissetmemiz ortak duygusu olsa gerek…   Bugünlük dünyaya katkım bu kadar gibi. Bundan utanmak da doğal sanırım.   *Burada kendi sözünü söylemek benim için yaratıcı drama yoluyla birilerinin kendini ifade etmesine, iç bağlamını anlamlandırmasına, bir diğeri/diğerleriyle deneyimlediklerini iletişim oyunları, canlandırma ve değerlendirmeler aracılığıyla çalışması için alanı yaratmak olabilir. **Bakınız Shakespeare Company’nin travma yaşamış kişilerle yaptığı terapötik amaçlı oyunculuk çalışmaları. Kaynak: Bessel A. Van der Kolk tarafından yazılan Beden Kayıt Tutar kitabı. ***Arınma olarak da bilinen katarsis, Aristoteles’in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcük olup; ilgili yapıtta trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır. Antik Yunan’da bir tür “ruh dönüşümü” olarak kabul edilen “katarsis”, ruhun kötülüklerden arındırılması olarak benimsenmiştir. Psikanalizde, bilinç dışına itilmiş duyguların yaşanıp boşalım olanağına kavuşturularak hastanın patojen duygulardan ve nevrotik belirtilerden kurtarılmasıdır.   [...]
Geçtiğimiz hafta amcamın vefatını takiben cenaze ve başsağlığı sırasında korona virüsü kapmışım. Hastalık sebebiyle geçtiğimiz Cumartesi’den beri evin yatak odasında karantinadayım. Evdeki tek televizyon ortak kullanım alanı salonda. Deprem felaketi (afet demeye dilim varmıyor) başladığından beri  maskeyle tuvalete giderken göz gezdirmek dışında pek televizyon seyredemedim.. Bu seferki korona hastalığı aynı evde benim gibi virüsü kapan çoğu akrabamda olduğu gibi ağır geçti/ geçiyor… O yüzden sosyal medyaya da az bakabildim. Ve inanır mısın bilmem, yaşanan felaketin şiddetini saatler boyu gözünü kırpmadan seyredenler gibi iliğimde kemiğimde hissettim. Zira sosyal medyada ya da göz ucunda denk gelinen sayılı foto video bile ülkemizin acı gerçeğinin insanlarımızın düştüğü durumun vahametini tüm çıplaklığı ve soğukluğuyla bakana iletiveriyor. Çok da anlatılabilir açıklanabilir bir şey değil, insan olmaya dair daha çok… Bu sonuçta önceden düşünülmüş ve planlanmış bir şey değildi. Etkisi tarafımca sonradan fark edildi. Yetişkinliğe geçtiğimden beri Tv’yi sadece belli bir programı/filmi seyretmek için açarım evde yalnızsam. Yine de böyle felaket anlarında bir yürek şeklinde Tv’lerin önünde nefesimizi tutarak donduğumuz bir gerçektir. Twitter’da denk geldiğim Kognitif Psikolog ve müzisyen Muzaffer Çorlu-Açık Radyo’dan-  Tv de gösterilen görüntülerin arkasına eklenen müziklerin durumu hafifletmek ve realitesini bozmak suretiyle  biz seyirciler üzerindeki algı bozumundan ve bizi olana alışmaya ve bir şekilde olana duyarsızlaşmaya davet ettiğinden bahsedince uyandım. Çocukluğumuzun üzerine dantel örterek evimizin baş tacı ettiğimiz televizyonlarımız sadece çocuklar için değil biz yetişkinler için bile son derece kontrolsüz. Resmen savunmasızız karşısında. Reklam çığırtkanı ya da kapitalist pazarlama düzeneğinin maşası olmasından farklı değil bu yönü de. Sadece muhteviyatı, içeriği farklı. O yüzden en azından yarın öbür gün bir yerlerde bir işe yaramakla ilgili bir umudumuz, niyetimiz ya da arzumuz varsa, maskeyi uçaktaki gibi önce kendimize takma konusunda kontrolü bir ara televizyonun elinden alalım derim ben! Bilmem siz ne dersiniz?   (Aklın yolu bir…) Konunun uzmanlarından kayda değer notlar: “Bir kaç gün içinde, insanlığın hem en güzel yüzünü hem de en çirkin, karanlık ve kokuşmuş yönlerini gördük. Güzel yüzü yaşama ve geleceğe dair umudumuzu beslerken, karanlık yönünden adeta tiksindik. Bir kaç gündür çoğumuz, psikolojik olarak felç olduk. Öfke, suçluluk, çaresizlik, sevinç (kurtulanlar için), umut, umutsuzluk, güvende hissetmeme gibi duygu fırtınaları yaşadık ve halen yaşamaktayız. En yoğunu çaresizlik ve öfke. Bu süreçte beynimiz bir savunma mekanizması olarak duygularımızı dondurur. Bu nedenle uyuşmuş ya da aptallaşmış hissetmemiz normaldir. Uyku düzenimizde bozulmalar, somatik (bedensel) tepkiler, yeme düzeninde bozulmalar son derece normaldir. Bu tür semptomlar yaşıyorsanız hemen telaşa kapılmayın. Ayrıca depresif ataklar ve anksiyete (kaygı) atakları da tetiklenebilir. Nevrozlar ve psikozlar alevlenebilir. Yaşanan doğal afete aktif ya da dolaylı bir destek verme imkanınız yoksa, haberleri izlememenizi ve sosyal ağlara da bir süre ara vermenizi öneririm. Sağlıklı kalmanız, hem toplum sağlığı hem de daha sonrasında vereceğiniz destek açısından çok daha önemli. Mümkün olduğunca günlük rutinlerinizi sürdürmeye ve yaşamla bağlarınızı güçlü tutmaya çalışmalısınız. Bunu yaptığınız için asla suçluluk duymayın. Psikolojik açıdan yeterli sağlamlıkta değilseniz, olan bitenlerle ilgili görselleri kesinlikle izlemeyin. Normalleşmek için acele etmeyin. Bir süre hepimiz karışık duygular yaşayacak, günlük hayatımızı sürdürmekte zorlanacağız. Mümkünse yakınlarımızla ya da dostlarımızla duygularımız hakkında konuşmak bize iyi gelecektir. Ayrıca yapabiliyorsak yardımlaşma faaliyetlerine katılmak da bize iyi hissettirebilir. Depremden sağ kurtulmuş çocuklara ve yetişkinlere yaklaşım konusunda daha sonra yazacağım. Sağlıcakla kalın. “ – Tunç Tataker “Yaşanan kayıplar sonrası kişi, yaşıyor olduğunun/ ölenle ölmediğinin/ sağ kalımın suçluluğu içindeyken bu suçluluk hissinin verdiği acıyı bastırmak için daha sık haber izleyerek kendine acı çektirerek bedel ödemek istiyor olabilir. Bu sebeple sağ kalımın suçluluğu içerisindeyken bunu bastırmak için, kendisinin de acı çektiğini, kendisinin de bu yaşanan acıların bir parçası olduğunu göstermek için depreme dair acı dolu görüntüleri paylaşmak isteyebilir. Ama burda şuna vurgu yapmak lazım ki kişinin bu paylaşımlarının yarar yerine zarar verdiğidir. Kişinin kendini sürekli haber izleme zorlantısı içinde hissetmesi ya da bunları paylaşması kısa süreli kendi suçluluk duygusunu bastırmada işe yarayabilir, ama uzun vadede hem toplumsal olarak daha travmatize edici hem de kişinin kendisine daha zarar verici olduğudur. Yani daha basit şekilde söylenecekse kişi kendi suçluluk duygusunu bastırmak için yaptığı faaliyetlerin ne kendisine ne de başkalarına bir yarar sağladığıdır. Sözün özü sürekli haber izlemeyin ve deprem görüntülerini ve kişileri paylaşmayın.” Nusret Özüş     [...]
Sevmek ile sevilmenin tadı farklı Sevdiğinin seni sevdiğini bilmek ve senin de onu sevdiğini bilmesi ikisinden de farklı. Sevdiğin kişinin seni sevdiğinden emin olmasan da ondan yakınlık ve özen görmek sevildiğini düşündürüyor. Sevilmediğinden şüphelendiğin birini sevmek buruk bir sevgi. Sevdiğin seni de sevdiğini düşündüğün birinden haksız ya da özensiz davranışlar görmek sevginin kalitesini düşürüyor. Sevilmemişten hallice sevgi var gibi hissettiriyor. Belki bir şekilde değersiz hissettirdiğinden sevgiyi gölgeliyor. Her şeye rağmen sevme eylemi insana güç ve irade depolatıyor. İnadına sevmek gibi. İnatçı ya da inatsız sevmek ve/veya sevilmek özen ve alaka görmek ve bunların ifade edilmesinin tadından yenmiyor. Yüceltiyor, sevgiye daha bir inançlı yapıyor insanı. Sevgiye iman ettiriyor.” yazmıştım ki Pamela Anderson’un belgeseline denk geldim. Sevgi ve aşka dair söylediklerinin yanı sıra işinden dolayı ona bakışın kirliliği insana dair umudumu köreltti yine. Oraları acıtıcı. Hem de tüm kadın arketiplerimiz aşına son derece üzücü. #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #duygular #kendiliğindenlik #oyunculuğudenemesahnesi #duygugünlüğü #karakterinihtiyacı #coşkubelleği #duygularsözlüğü #karakterinhayatyolculuğu Not: “Pamela Anderson”un jeneriği-Netflix de cezbetti. Seyrettim. Her filmden her hayattan o kahramana ait izler, onun anlamı, felsefesi var. ‘Vulnerable’ı savunmasız olarak tercüme etmişler. Kullanılan cümleye göre kanımca anlamları: hassas, kolay incinir, yaralanabilir, kırılgan, korunaksız, nesli tükenmekte olan Yargılı anlamları: zayıf, dayanıksız (ne alakası olabilir?), müdafaası zor. “İncindiğinde iki seçeneğin vardır. Ya içine kapanıp kin tutarsın ya da daha çok sevip direnirsin. Sevgi en büyük ilaçtır.” Pamela Anderson’un annesi   [...]
Kafalarımızı karıştırma ustasıyız biz! Hepimiz her birimiz. Aynı anda ve ayrı ayrı. Beraberken de birlikte karıştırırız. Bir tarafın “dur işleri iyice karıştırmayalım ben öylesini kastetmedim” demesi de işe yaramaz bazen. Direnen de  “ooo ben ne çabalasam arpa boyu yol yok” deyip o da karışıklığın akışına bırakır kendini. Beraberken de birbirimizi karıştırır onun yaptığını kendimiz yapmış ,. Onun sınırlarını da kendi sınırlarımız sanırız. Ne istediğinizi bilmez neye ihtiyacımız olduğunu ise nadiren biliriz. Biliyormuş gibi yaptığımızda oluşan kafa karışıklığıyla bildiğimizi sanmaya geçeriz. Hatırlıyormuş gibi yaptığımız anılarımızı o anki hoşlanmadığımız duygularımızı katıp farklı anımsarız. Kişilerin yaptığı eylemler birbirine benzediğinde de kişileri birbirine karıştırırız. Sonra farklı kişilerden olan ihtiyacımızı, farklı kişilere duyduğumuz farklı hisleri, farklı işlere duyduğumuz arzuları hep birbirine karıştırırız. Deneyimler acı verince içe kapanır, duygular zor gelince onlardan kaçar, karşımızdakinin ifadesi canımızı acittığında ise ona karşı duygumuzu başkasıyla karıştırırız. Bu durumda kafamızın daha karışmaması olanaksız hale gelir. Olmadı ” üç tel saçı olup da taranırken saçı tek tele düşen adamın da dediği gibi bırakırız dağınık kalsın” ” çeviririz kazı yanmasın” o da olmadı “milletimizin o an, birden aç olduğunu” fark ederiz. Sonuçta tüm yollar Roma’yı geçince görünen “kafa karışıklığı” diyarına çıkar. Siz siz olun ve oturun oturduğunuz yerde ve sakın kafamızı netleştirmeye kalkışmayın! Bilinçte kalmayı hiç düşünmeyin… Ya da düşünün bakın kafa karışıklığınız nasıl hemen devreye girecek! #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #duygular #duygugünlüğü #duygularsözlüğü #ihtiyaçlar #kendiliğindenlik #oyunculuğudenemesahnesi #karakterinhayatyolculuğu #coşkubelleği #özşefkat [...]
İnce dilimlenmiş, daha az sert ve daha tatlı bir Selanik Kurabiyesini* yemek sert az şekerli ve kalın bir Selanik Kurabiyesini yemekten açık ki daha az zahmetli. Yine de zevk/keyif/ damak alıştığı tat olan yemesi zor olanı arıyor. * farklı pastanelerden alınmış iki farklı kurabiye. Beden gerçekten kayıt tutuyor. O kayda göre tepki vermeye programlı. O kaydı baz alarak yeni deneyimleri klasifike ediyor ve yeni seçimleri ona dair yapmamıza dair bizi yönlendiriyor. Zihin nadiren-* bu eyleme müdahale ediyor. ** zihnimizle aramıza belli bir mesafe koymaz isek   Otomatik seçiyoruz. Misal önceki benzer tecrübenin duygusu bize göre negatifse ve onunla bir şekilde başa çıkmayın seç(e)mediysek, ona benzettiğimiz herhangi bir yeni tecrübeyi de yaşamak istemiyoruz. O an ol-ana izin vermeden daha baştan yeni deneyimin önünü kesiyoruz. İzin versek daha tamamlanmamış olana o belki sandığımız gibi gelişmeyecek ya da gelişecek ama biz*** aynı tepkiyi vermeyeceğiz bu sefer. *** aynı olaya tepkimiz belki biz değişmişiz. Ama tabii baştan deneyimin önünü kesince devamını da görme yeniden anlamlandırma ve yeni sonuç eksik, çolak kalıyor. Daha da önemlisi süreci kaçırıyoruz. “Sonuç istediğimiz gibi olsun da” ya takılıp kontrolü akışa bırak(a)mayınca. Hoş istediği değişmiş biri olabiliyorsak zaman geçince ne istediğimizi bildiğimiz kısmı “palavra”!:)   Biz daha neyin bizim için iyi olacağını bilmeden onu tutturup sürekli onu talep eden “takılmış plak”; “ağlayan bebek” gibiyiz. Hep eski plakları çalmak istiyoruz. Hep bizim istediğimiz gibi olsun istiyoruz. Dinliyoruz sanıyoruz karşı tarafı aslında dinlemiyoruz. Duymaya işitmeye görmeye almaya tatmaya dokunmaya tamamıyla niyetli ve açık da değiliz. Kısmen açığız. Karşımızdakinin beden dili başka sözleri başka şeyler söylüyorsa buz gidip söylediklerini baz alabiliyoruz beden dili gerçekleri işimize gelmiyorsa misal. Kendi beden dilimizi duymaya anlamaya onunla bağlantı kurmaya da kapalıyız ki! Neden mi çünkü o da zihnimiz gibi sürekli konuşuyor. Duygular yoluyla bize hep ne istediğimizi sandığımızdan farklı şeyler söylüyor. Olumsuz addettiğimiz duygular yoluyla kafamızın dikinden farklı yöne işaret ediyor. Misal: benim hakkındaki bu fikrin/ yargın sözlerin beni çok üzdü. ‘Yapma bunu Dilin kaba, üzgünüm/hiç özür dilerim-in yok mu?’ desek karşı taraf öfkelenecek siniyoruz sineye çekiyoruz görmezden geliyoruz. Ya da ihtiyacımız olan o an yanından gitsek bu kez küsecek. O yüzden bedenimizi de dinlemiyoruz. O duygu “tü kaka, koy Pandora’nın kutusuna kitle at anahtarı denize’…yapıyoruz. Duygular zor yoruyor dermansız bırakıyor hep öfkeyle sonuçlanıyor zaten keskin sirke küpüne zarar deyip. Duygularla bedenle kendimizle içimizle bağı koparıyoruz. Aynı şeyi karşı taraftakine de yapıyoruz. Ve buna da iletişim ve/veya ilişki diyoruz. Dürüst ve organik bir yerden bağ kuramıyoruz**** ilişkilenemiyoruz ne kendimizle ne de diğerleriyle. **** çoğunlukla Ayıp, üzülür kırılır…üzülürüm beni terk eder canım sıkılır kemdime güvenim mahvolurum… vb vb. Tabii ki iletişim kurabiliriz duygularımız ihtiyaçlarınız, empati, eleştiri, öz eleştiri, tarafsızlık, dürüstlük vedaha bilmem neler hariç!:()) ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #duygular #duygugünlüğü #duygularsözlüğü #kendinlesohbet Ayıp, üzülür…vb vb vb. İletişim kurabiliriz duygular ihtiyaçlar empati dürüstlük ve daha bilmem neler hariç…   Elvan KURŞUN           Ocak 2023 [...]
Birinin elini tutmak niyetiyle elimizi havaya uzatma eylemiyle, karşımızdakini elinden tutup çekleştirdiğimiz uzay-zaman arasında bir ara var. Ol-ma-lı. Etki tepki uyaran tepki şeklinde  anda, an be an gerçekleşenle hala hem içimizi* hem de karşı tarafı bizimle ok mi’ yi gözeterek. * Hala başta eyleme geçmekteki niyette mi niyetimiz. Belki de yarı yolda fikrimiz değişmiş başka bir şey ilgimizi cezbetmiş dikkatimizi ele geçirmiştir. Görmüyoruz. Hızlı hareket ediyorsak yeni gelen uyaranları fark edemiyoruz. Rıza-arzu ile yeni veri arasındaki ısrar işi bozuyor. Israr bazen inada da dönebiliyor.** Orada da sanırım kendilik algımız devreye giriyor. Ya da karşı taraf hakkındaki fikrimiz/yargımız. ** Geçen sefer ne çok elini tutmak istemiştin. Havada asılı kaldı elin ya karşı taraf elini görmedi ya da gördü utandı ya sa tutmak istiyor farkında değil uzatamadı. Sen çek tut elinden onun yerine. Yavaşlamalı durmalı etki ve tepki arasında da içteki itkiye ( arzu?) bakmalı. Hala devam mı. İstikamet aynı yönde mi yoldan çıktı mı, başka yöne mi saptı? Ya karşı taraf? Ona rağmen onunla bir ilişkim iletişimim olabilir mi? O ne istiyor onun neye ihtiyacı var? O kendi için iyi doğru olanı biliyor seziyor gözetebiliyor mu ki? Değer yargılarımız hayata bakışımız duygu ve ihtiyaçlarımız an be an nasıl örtüşsün? İletişim zor zanaat mirim? Değil ki ilişki! Yine de sosyal hayvanlar olarak; her şeyden çok karşımızdakiyle bizim için anlamlı bağlar kurmaya ihtiyacımız var gibi. Enerjimiz canlılığımız anlamımız buralardan. Yokmuş, -mış gibi yaptığımız anlarda bile. Bilincimizin hemen arkasındaki bölgede yanıp sönüyor alarmı… Elvan Kurşun Ocak 2023 Kadıköy [...]
Bu sabah ilk defa bu kadar somut bir şekilde, dün, üç yıl hatta kırk yıl öncesinden kalma duygu, ihtiyaç, hayal ve arzularımın, Beden Tiyatrosu’ndaki bir direnişine maruz kaldım. Ben hayata ara verip oturup, onlarla bir süre kalmaya izin verene kadar bedenimi hiçbir şey yapamayacak şekilde dondurup hareketsiz bıraktılar. Onları bastırmaya görmemezlikten gelmeye ısrar ettiğimdeyse zihnimi paralize ettiler, hiçbir şey yapamaz oldum. Ve durdum. Yıllar itibariyle gerçekleşme oranlarına bağlı olarak bedenimde kayıtlı bazı duygu ve ihtiyaç sahnelerini oynatmaya başladılar. Önceki hayat tecrübelerinden Aristotalesçi hazır metinler de oynuyorlar, çağdaş yeni taze metinler de. Muhtemelen yıllardır görülmek duyulmak için çırpınıp oynuyorlar rollerini dürüst bir şekilde. Ne kadar görmezden gelip, rollerini kötü oynuyorlarmış gibi davransam da, küllerinden tekrar doğarak, daha bir gerçekçi oynamaya devam ediyorlardı rollerini Beden Tiyatrosu’nda, duygular sahnesinde. Aslında “Beden Tiyatrosu, Duygular ve İhtiyaçlar Sahnesi” nde. Muhtemelen seyircisi olsa da olmasa da matine matine oynuyorlardı. Dün, beş yıl önce ve biraz evvel de. “Eninde sonunda Elvan ya da yanındakiler oyunumuzun güzelliğini eşsizliğini metnin vermek istediği mesajı görecek duyacak anlayacak. Belki sever de.” diyerek. Bıkmadan, yorulmadan, azimle, ümitle… Duyguların bazen tek tek monologları ve sahneleri var bazen ihtiyaçlar hayaller ve arzularla birlikte. Tiratlarını en iyi şeklinde dile bedene getirip bir tepki görmeyi bekliyorlar. Elvan ya da yanındaki diğer seyircilerden. Görmezden gelinmek yerine bir karşılık görmek. “Ne iyi oynadınız rolünüzü, hissettim “katarsisi…Bravooo!!”.. şeklinde. Belki de onaylayan bir baş hareketi tokluğuna da… Oynadıkları bazı oyunlar çok oyunbaz eğlenceli flörtözken bazıları ağır dram. Ne gelir elden hayat sahnesi böyle. Bir gün ayakları yerden kesici bir gün hem bedeni hem ruhu cimcikleyici. Tiyatronun işletmecisi ve diğer seyirciler hep komedi, eğlence seyretmek istediğimiz surece Bir süre seyrettim, sonra sorumluluk ve vazifeler zihnimde dans etmeye başlayınca “Gördüm bunları, biliyorum bu sahneleri” diyerek yerimden kalkacak oldum, belimde şiddetli bir şimşek çakmasının acısıyla gerisin geri yerime oturdum. Öğleden sonra oldu, ikinci matineye geçtik sanırım. Oyna oyna oyunları bitmedi. Meğer ne lezzetli ne seyirlikmiş gösterileri. Komedisi ayrı, dramı ayrı lezzetli. Metinler aydınlatıcı, gerçekten katarsistik, terapötik. 😊 Henüz bir sendikası yok Beden Tiyatrosu, Duygular ve İhtiyaçlar Sahnesi’nin. Ancak şimdiden hızla organize olduklarını görebiliyorum. Ben onları görüp seyrettikçe daha bir kendilerine güvenleri arttı ve hem haklarını hem tiyatrolarının haklarını sonuna kadar arayacaklar gibi… #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #duygulargünlüğü #duygularsözlüğü #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı #dikkat #odak #algı #ihtiyaçlar #değişim #insanolmak #dönüşum #hayatyolculuğu #BedenTiyatrosu #DuyguİhtiyaçHayalveArzularSahnesi [...]
İlk gününden itibaren ve bu yılda da Pandeminin biz insanlar üzerindeki en can alıcı etkisi sanırım evlerimizde -zihinlerimizde mahsur kaldığımız  zamanlar boyunca- sosyal medya boy aynaları yoluyla; bizi “kral çıplak” şeklinde kendimizle yüzleştirmek oldu. Kaçtık, kaçmıştık kendimizden, ama açık ki saklanamamışız. ‘Kendimizde seviyor muyuz’u sorgulamadığımız, başkalarının bizde hoşlanmadıkları; bizim de kendimizde sevmediğimiz, ama bir şekilde esnemeye, değiştirmeye, modifike etmeye, ya da dönüşmeye direndiğimiz düşünce, davranış kalıpları, mizaç ya da karakter özelliklerimiz, ne varsa bunlarla yüzleştirdi  bizi sosyal medya. Varoluşsal kaygılarımızla tüm zihinsel süreçlerimiz, neleri iyi yaptık hala neler yapmaya muktediriz, yapmak isteyip de cesaret edemediklerimiz; belirsizlik, ölüm korkusu ve kaygılarımızla birdenbire dudak dudağa getirdi bizi. Günler geceler boyu bitmek bilmeyen “Hamlet” vari iç hesaplaşmalarla daha önceden ok olmayıp da -mış gibi yaptığımız her şeye tekrar tekrar bakmak zorunda kaldık. Karşılıklı duran aynalarda yansıyan yansımalarla. Belki bir ara çok üzülmüş, birilerine ya da bir şeylere koz kızmış, kırılmış ya da hayal kırıklığına uğramış ve fark etmemiştik. Belki fark etmiş ama sorumluluk almamış bizi rahatsız edeni karşı tarafa dürüst bir şekilde ortaya koymamıştık. Tüm bu olan bitenleri belki halının altına süpürmüş belki de bunlardaki pire tecrübelerimiz üzerinden hayatımızda yeni gelen fırsatları yorgan gibi yakmıştık… Felsefecilerin tam da “seçenekler sonsuz hayat kısa” dediği gibi bir yerden umudumuz ve kanatlarımız kırılmış artık hiç uçamazmışız gibi birtakım huysuzluklara gark olmuştuk. “Aslında ben cennetliğim ama beni bu kötü düzen mahvetti, diğerleri delirtti” gibi bir alt metinle bu olaylardaki kendi payımızın sorumluluğuna konsantre olmak ve bunun üstüne çalışmak yerine tüm yapıcı ve yaratıcı enerjimizi Tr’deki siyasetçileri eleştirmeye ve  dünya düzenine sövmeye harcamıştık. Neyse ne. Olan oldu, geçti, gitti. Eski bardaklar cam oldu Ateşten top kucakta. “Ne yapacağım? Ne yapmak bana iyi gelir? Benim arzularım, canlılığım hayat enerjim nerde, kim(ler)de nasıl bir yerde şeyde? Bunlar nedir sadece ben bilirim… Yaratıcı ve yapıcı enerjimi yetenek, bilgi ve birikimimle, dünyada sadece benim yapabileceğim bir şekilde ortaya koysam “şu an” neler yapardım, kimlerle nerede neden ve nasıl yapardım? Bütün mesele bu! Şimdi hala yapabiliyorken yapacak mısın yoksa ömrünün sonuna kadar huysuz bir bebek gibi mızmızlanıp ağlayacak mısın?   Bebeğin elbet mazereti vardır? Altı ıslak karnı aç vb. .. Ya senin mazeretin ne? Ölmeden önce buna bir cevabın olacak mı ne dersin?   #hayatımınanlamlıanlarınınkaydı * #kendikendiylesoruşturmalar #ışığayakalanmışbirtavşanınyolharitası #duygugünlüğü #duygularsözlüğü *Marion Milner’dan esinlenilmiştir. Yazan: Elvan Kurşun Aralık 2022 [...]
  Son bir saat içinde beşinci kez bildirim geliyor Bülent’ten. Deniz telefonuna bakmaya, Bülent’in ne yazdığını okumaya dair en ufak bir istek duymadığını fark ediyor. Kadının erkeği bekletmesinin nazlanma ritüelinin bir parçası olduğuna inandığı zamanlardan farklı bir yerde artık. Cevap yazmanın sadece kaçınılmazı erteleyeceğini öğrendi. Derin bir nefes alıp çevrimiçi oluyor.  Mesajı okuduğu an Bülent de çevrimiçi oluyor. “Neredesin Deniz ya, kaç mesaj yazdım, geri dönmedin…” “Ne o? Beni merak etmeye mi başladın?” “Yok öyle değil de…” “Önemli bir şey mi vardı Bülent?” “Grupta paylaştığım şiir hakkında senden hiçbir yorum gelmeyince ne düşünüyorsun merak ettim?!” “Okumadım, görmedim şiirini.” “Hadi canım! En sadık takipçimsin, hayatta inanmam!” “Bakmıyorum birkaç gündür sosyal medyaya.” “Dün sabah odamda oturmuş tam camdan ağaçlara bakıp bizi düşünüyordum, yine harika bir şiir çıktı. Yarışmaya yollamayı düşünüyorum.” “Hayırlı olsun. Ne hakkında şiir?” “Tabii ki aşk, aşkımız hakkında.” “Bizim aşkımız mı?” “Niye şaşırdın öyle?” “Nasıl bir aşkmış ki bu böyle bitmek bilmedi gençliğimizden beri. Hoş hiç yaşanmadı da. Geçtiğimiz yıl bir mi iki kez mi görüştük, anımsayamadım?” “Bir kez. Ve ne güzeldi. Yüz buluşmaya bedeldi. Senede bir kez olduğu için hala aşığız… Aşk..” “Bülent ben pek uygun değildim aslında bir arkadaşım var yanımda. Ona ayıp olacak.” “Kim o arkadaşın? Bir erkek mi yoksa?” “Erkek olsa ne olacak? Hem nereden çıktı bu sorular bunca yıl sonra. Sen beni hiçbir zaman merak etmedin ki…” “Deniz daha yeni yakınlaştık, yapma böyle!” “Bülent biz seninle otuz senedir arkadaşız…” “Arkadaş değiliz biz, sevgiliyiz, birbirimizi ilk gördüğümüz andan beri sırılsıklam aşığız.” “Bunca senedir arkadaşız, ‘hoş kadınsın beğeniyorum seni’ den başka bir laf çıkmadı benimle ilgili bugüne kadar ağzından. Neyin kafası seninki, ben de istiyorum ondan!” “Durmadan şiirler yazıyorum sana, aşktan bahsediyorum durmadan, durum bildirimleri yapıyorum her gün seninle ilgili, mıh gibi aklımdasın işte şiirdeki gibi.” “Şiirlerde, şarkılarda, öykülerde aşk olmuştur hep. Seninkiler de onun gibi işte, ben ne bileyim kime yazdığını. Senede bir gün görüştüğün biriyle aşk mı olur? Başkasınadır o satırlar.” “Yahu saçmalama, saçı gözü boyu posuyla anlattığım hep sensin. Ne kadar açık her şey.” “Açık olan ne bir de ben anlasam.” “Sen hiç böyle yapmazdın. Sana yazmasam, yüz vermesem, düşmanca davransam, özür dilemesem, özledim demesem, sevdiğimi hiç söylemesem, aramasam hatırını sormasam da sen beni hep sevdin, hep verdin. Ben sana neler ettim de gitmedin bunca yıldır. Merak ettin beni. Sana sonsuz güveniyorum. Aşığız biz birbirimize…” “Karşılıksız verdiğim hep verdiğim doğru. Yapım böyle. Ama sen de dedin ya; karşılığı değeri yok olmadı bugüne dek sana verdiğim hiçbir şeyin. Dipsiz bir kuyuya düşmek, uçurumdan yuvarlanmak gibi sana vermek. Karşılık beklediğimden de değil, yanlış anlama, sadece merak ettiğim, anlamak istediğimden soruyorum. Hiç mi içinden gelmedi bana bir teşekkür, bir takdir, sevgi dolu bir sözcük…Benim yapabileceğim bir şey olabilir mi diye sormak? Beni merak etmek…” “…” “Ya da herhangi bir zamanda beni düşündüğünü, sende bir yerim olduğunu gösterecek bir emoji …?” “Klişelerden hoşlanmam biliyorsun!” “Yaratıcılığını da kullanabilirdin…Ya da şöyle sorayım ben seni hep onaylayıp, her şeyini beğenirken, son üç senede sen benim hangi mecrada hangi alanda hangi paylaşımımı beğendin?” “Hatırlamıyorum. Ama beğenmişimdir.” “Ben hatırlıyorum. Sıfır. Hatırlıyorum çünkü bundan bile canım yandı. Benim hiçbir şeyimi onaylamaz ya da aklında olduğumu bana hissettirecek bir beğeniyi bile esirgedin benden bunca zamandır.” “Sen de reste başladın bana, bu mudur bu afra tafralar?” “Bülent şu an sohbeti burada kesiyorum. Misafirimle ilgileneceğim.” “Hayır kesemezsin şu an. Soruma cevap vermedin…” “Her şey seninle mi ilgili olmalı? Hep sen beğenil, çok beğenil. Hep senin istediğin zaman istediğin şekillerde görüşülsün. Yan yanayken senin beğendiğin şekilde güleyim. Sen münasip gördüğün zaman çekilip gideyim. Ben yazayım sohbete bağlantıya gayret edeyim, sen canın istemezse cevap bile yazma. Günlerce aylarca hiç yazma hatta. Buna aşk mı diyoruz? Ya benim duygularım? Ya ben…?” O an Bülent’in profil resmi yok oldu ekranda. ‘Bir engellemediği kalmıştı beni. Onu da yaptı. Yine üste çıkmayı başardı. Hoş engellemese ne olacak bu aşkın kendisi engelli!’ diye düşündü Deniz. Sinirli sinirli gülerken, “Boşuna aşk olsun demiyorlar…Aşk olsun Bülent!” dedi. Hala çevrimiçiyken, bu kez WA’tan gülümseyen bir fotoya sahip başka bir Bülent’e “selam” diye yazdı. Birkaç saniye içinde hemen kocaman kırmızı bir kalp emojisi geldi cevap olarak. Anında omuzları gevşedi, rahatladı.     [...]
Gülşen Hanım Ağrısına tahammül edebilmek için kısık tutmaya gayret ettiği sesi, çoğu zaman dediği anlaşılmayan martı çığlığına benzerdi. Ağrısı dayanılmaz olup koridor sınırlarını aştı mı hiçbir insan yüreği dayanamazdı çığlıklarına.  İşte o zaman doktordan talimatlı, mürebbiye kılıklı hemşireler, elinde morfin iğneleri odasına girerler, birkaç dakika sonra güzellik muskası iyilik perisi olarak ayrılırlardı odadan. Morfin etkisini göstermeye başladı mı, ben dâhil bütün hastane romantikleri müritleri gibi Gülşen Hanımın odasına dizilirdik. Uyuşturucunun etkisinde, ecinni yatağında sihre uğramış bir masal kahramanı gibi, hasta, yaşlı, lanet kadın gider, dünya tatlısı, sırrıyla dışını aydınlatan bilge bir romantik gelirdi onun yatağına… Gülşen Hanım, kökleri Osmanlı hanedanına dayanan bir soydan gelmekteymiş. Sadece köklü ve zengin olmakla kalmayıp, küçüklüğünde sarı saçları, mavi gözleriyle ve yumuşak mizacıyla ağzında gümüş kaşıkla doğmuş… Ailenin mal varlığı saymakla bitmezmiş. İstanbul Boğazının farklı güzergâhlarında birkaç yalı, Nişantaşı ve Etiler’de apartman daireleri, Bağdat Caddesi ve Kalamış’ta bahçeli deniz gören köşkler. Ayrıca İzmir Kordonboyu’nda bahçeli köşkler, Antalya’da portakal ve mandalina bahçeleri, Bodrum’da denize nazır araziler. Çocukluğu deniz kenarında bir yalıda geçmiş olan Gülşen her zaman ağırbaşlı bir çocuk olmuş. Okumayı çok sever, musikiye ayrı bir ilgi duyarmış. Daha on iki yaşındayken, aldığı şan dersleri sırasındaki performansı ile mahallenin gönlünü kazanınca, baba zadesi bahçedeki manolya ve erguvan ağaçlarının altında senede iki kere piyano hocası eşliğinde, konu komşuya konser verdirirmiş. Gülşen’in yedi yaşına kadar, iki kardeşi ve yan yalıda amca çocukları, yine iyi aile terbiyesi almış mahalle esnafının çocuklarıyla harika bir çocukluğu olmuş. Kendisi de eğitim alan anneciği biraz değişik bir kadınmış. Fransa’da daha eğitim alırken ilgi duymaya başladığı astroloji denilen bilim dalına danışmadan yazlığa bile gitmezmiş. Gülşen’in de istikbali için, kızı yedi yaşındayken, yıldız haritasına baktırmış. Astroloğunun söylediği şeylerden hiç hoşlanmamış. Bu yıldızlara bakarak her şeyi bilen astrolog, Gülşen’in daha on sekizine gelmeden şansının döneceğini, sonrasında hayatının geri döndürülemez bir şekilde değişeceğini, ailesinden ayrı düşeceğini, evlenemeyeceğini ve hiç çocuk sahibi olamayacağını söylemiş. Bundan yetmiş sene önce kız çocuklarının istikbalinin sadece yaptığı iyi bir evlilikle ölçüldüğü zamanlar için bu öngörü ne talihsiz bir öngörüymüş ki, yedi yaşından itibaren aslında rahat ve mutlu bir çocukluk geçirmeye muktedir Gülşen’in tüm standartlarını değiştirmiş. Eve gelip giden arkadaş sayısı azalmaya, dış mihraklardan gelecek tehlikelere karşı, Gülşen’in daha güçlü olabilmesi için farklı konularda alınan özel derslerin sayı ve süreleri artırılmaya başlanmış. Arkadaşsızlıktan muzdarip olan Gülşen yavaş yavaş sıkıntı ve duygularını paylaşmak için günlük tutmaya başlamış. Her konuda iyi bir gözlemci olmuş. Bu bahçedeki kedinin Karabaş’tan nasıl korktuğundan, bakkal çırağı Adem’in eve siparişi nasıl teslim ettiğine kadar birçok farklı konuda olabiliyormuş. Tüm bu gözlemleri içinse farklı bir defter tutmaya başlamış. Yıllar geçtikçe defterleri çoğalmış, okunmayı bekleyen kitaplar gibi odasındaki raflarda yerlerini almış… Gözlemlerini yazılarıyla kişilerarası oyunlara dönüştürmüş. Yazı yazmaktan sıkıldığı zaman da evdeki bebeklerine bu gözlemlediği oyunları oynatıp ev ahalisini bazen eğlendirir bazen de güldürürmüş. Ama en çok sevdiği uğraşlardan biri de okumakmış. Türkçe hocası Vasfiye Hanım’dan gittikçe okumak için daha çok kitap ister olmuş. Okudukça aydınlanmış. Aydınlandıkça etrafındakiler için yabancı olmaya başlamış… On beşine varmadan kardeşleri, kuzenleri, annesi babası nezdinde “yabani Gülşen” olarak çağırılmaya başlanmış. On yedisinde görücüye gelen, helal süt emmiş, hali vakti yerinde ailelerin oğulları onun güzelliğiyle büyülense de, sohbete başladıktan sonra ondan çekinip, uzaklaşır olmuşlar. Yirmi yaşına geldiğinde ailesi evlilik için artık yaşının geçtiğini düşünmüş. Fransa’da yemek kurslarına giden annesinin peşine takılan Gülşen o yaz gittiği üç aylık kursun sonunda, gizlice Sourbonne Üniversitesi’nin sınavlarına girmiş. Edebiyat bölümünü kazanınca ve evlenmesi de artık zor göründüğünden, ailesi onu orada okutmaya karar vermiş. Üniversite’deki gazete için yazdığı makalelerden, kadınlar hakkındaki iç gözlemleriyle zenginleştirdiği romanlardan, tiyatro oyunlarına kadar birçok eser yazmış. Fransızcanın yanı sıra İngilizce, ayrıca İstanbul’da öğrendiği Arapça ile dört farklı insan olmuş. Tabi ki falında çıktığı gibi mutlu mesut bir evliliği ve çoluk çocuğu olamamış… Ama Avrupai ve kültürlü beylerle kitaplarına ilham kaynağı olan pek çok farklı romantik ilişki yaşamış… Morfin etkisi altında öğrendiklerimiz bunlar oldu Gülşen Hanım’dan… Hastalık, ağrı, çektiği acılar ve kâbusları mı? O kısmı bizi hiç ilgilendirmedi… Belki de bedeni acı içinde kıvrandıracak her türlü fiziksel acıya meslek icabı sağır olduğumuz için. Belki de edebiyat içine saklanmış her türlü romantizm ruhlarımızda morfin etkisi yaptığından…   Elvan Yenihayat Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır. Öykü’nün Ev Hali Blog     [...]
Nerede olduğunu anlamak için defalarca gözlerini kırpıştırmak zorunda kaldı Erkin. Gözleri karanlığa alıştığında, bu kez sesleri dinledi kulaklarını alıştırmak için. Ev tamamıyla sessizdi. Eliyle yatağın diğer tarafını yokladı. Boştu. Firuzan’la yemek sonrasında yine ne idüğü belirsiz şeyler yüzünden kavga etmişler, o da gecenin bir vakti dokuz aylık oğulları Ömer’i ve birkaç parça eşyasını alarak annesinin evine gitmişti. Gece boyu yatakta bir şey batıp durmuştu Erkin’in bedenine. Fazlasıyla huzursuz uyumuş, rüyasında anlamlandıramadığı bir sürü şey görmüştü. Yatağı yokladığında Ömer’in silikon emziği geldi eline. Burnuna dayayıp kokusunu içine çekti. Nerede olsa tanırdı bu kokuyu. Koyu kalın perdelerden sabah mı gece mi olduğu anlayamadı Erkin. Gece yine ölçüsüz içmişti. Özellikle Firuzan’la ağız dalaşına giriştikleri andan itibaren sayısız tekila kadehlerini arka arkaya yuvarlamıştı. “Bok gibi bir güne boombok hazırım işte!” diye söylendi. Geceyi tatsız hatırlıyordu. Aslında hatırlayası bile yoktu. İçinde bir şeyler ölmüştü de sanki şimdi onları çıkarıp gömmeliydi. Firuzan şimdi yanında olsa, ona okuduğu masallardan örnekler vererek, şak diye bulup dile dökerdi Erkin’in ne hissettiğini. Kavga nasıl başlamıştı? Firuzan çarşıdan gauda peynir istemişti de o cheddar mı almıştı? Fesleğeni mi unutmuştu? Yoksa limon yerine elma sirkesi mi getirmişti masaya? Kayıp tirbuşondan sonrasını hatırlayamıyordu. Erkin şehre bu kadar uzak bir evde oturmayı baştan beri istememişti. Bebek doğduğundan beri sevmediği alışveriş işi dönüp dolaşıp onu bulmuştu. Detaylar detaylar, whatsup yazışmaları, ölçüler, markalar, ”beni dinlemiyor musun” lar hepsi birbirine giriyordu. Yorucuydu her şey, anlamıyordu, duygularını da anlatamıyordu karşı tarafa. Onu hipnotize eden yorganı tekmeledi. Niye sürekli bu kadar yorgundu? Belki vücudunun vitamine ihtiyacı vardı yine. Küçüklüğünden beri yakasını bırakmayan demir eksikliği dönem dönem tekrar ederdi. Böyle zamanlarda yorganın altından çıkmak istemezdi. Firuzan’ın masallarındaki ecinniler mi onu yatakta tutuyorlardı görünmez sıcacık elleri ve ayaklarıyla? Aklına gelenleri karısına anlatmaya karar verdi. Onun çok hoşuna gideceğine emindi. Firuzan tam bir masal hastasıydı. Hayatta yaşanan her şeyin ve hayatın gerçeklerinin sırrı masallarda saklıydı ona göre. İşte tam da bu yüzden daha hamileyken tüm masal kitaplarını alıp hatmetmişti. Ömer’e aylık gelişimine uygun olarak her gün masal okunmalıydı. Telefonuna baktı. Saat öğlen biri göstermesine rağmen Firuzan’dan ne bir mesaj ne de arama vardı. Akşam yatmadan önce bahçeyi aydınlatan lambanın açık kaldığını fark edip kapatmıştı. Bunu hatırlıyordu, ama yemekte karısının anlattığı masalı ne yapsa hatırlayamıyordu. Halbuki o masalın ana fikri şu an çok önemliydi onun için. Kesin Firuzan’la geceki şiddetli kavgalarının sırrı anımsayamadığı masalda saklıydı. Firuzan böyle bir ayrıntıyı kesinlikle atlamazdı. O değil miydi Erkin’in Ömer için aşırı korumacı davrandığını göstermek için Küçük Kara Balık hikayesini anlatan… Banyoya gidip, yüzünü yıkadı. Firuzan’la barışma ihtimaline karşın ağzı kokmasın diye dişlerini fırçalarken, ‘Firuzan’la oğlan akşama kadar gelmezse, gider alırım’ diye geçirdi aklından. Salona geçtiğinde bir önceki akşamdan kalan kirli şarap kadehleri, bitmiş olduğu halde hala vanilyalı kokulu renkli mumları, mutfak lavabosuna yığılmış tabak ve kaseleri gördü. Kirlileri bulaşık makinesine yerleştirdi. Sessizlikte damlayan musluğun sesini ayrımsadı. Firuzan yaklaşık iki aydır her gün ondan musluğu tamir etmesini ya da ettirmesini rica etmiş, Erkin umursamamıştı. Nasıl olsa karısı yine hatırlatırdı ona. Ama bugün Firuzan yoktu yanında. İçi bir tuhaf oldu. Çekmecede İngiliz anahtarını ararken, yaklaşık iki buçuk aydır kayıp olan mucizevi sebze bıçağı elini kesti. Okkalı bir küfür savurdu. Firuzan’ın gece anlattığı Yalancı Çoban masalını hatırlayıverdi. Arkadaşlarıyla keyifle yemek yerlerken, karısının kim bilir hangi amaçla bu masaldan bahsetmeyi seçmesi Erkin’in gururunu kırmış olacaktı ki, onunla dalga geçmeyi seçmişti. Şu an düşününce tavrına pişman oluyordu Erkin. Karısı ne de tatlı anlatmıştı masalı ve ne şefkatli bir yoldu, taleplerini masal yoluyla iletmek bitmek bilmez dırdırlar yerine. Hak etmişti dün geceki kavgayı, hak etmişti Firuzan’ın evi terk etmesini hatta fazlasını… Makineye tek ölçek kahve koydu. Musluğu tamir edene kadar, taze kahve kokusu doldurdu her yeri. Bıçağı temizleyip ait olduğu çekmeceye yerleştirdi. Sessizliği bastırmak için radyonun slow müzik kanalını açtı. Firuzan’la akşamları birer kadeh kırmızı şarap içtiklerinde ya da Ömercik uyurken seviştiklerinde hep bu kanalı dinlerlerdi. Düğün şarkıları olan Elvis Costello’nun “She” şarkısı çalmaya başlayınca kendisini tutamayıp sessizce ağladı. Uzunca bir süre oturduğu koltuktan kalkamadı. Sanki buzlar kraliçesi gelip onu dondurmuştu. Kilitte dönen anahtar sesiyle canlandı. Ömer’ciğin çıkardığı sesleri ayrımsadı. Gözleri yaşlı olduğu için tam seçemedi Firuzan’ın gözlerindeki ifadeyi. Yorgunluk muydu, bıkkınlık mı, yoksa sevgi miydi… Keşke karşılıklı duygularını tarif edebilecek bir masal anlatsaydı Firuzan o an kendisine. “A bak baba da buradaymış,” dedi Firuzan. “Bababa baba baaab…” diye tekrarladı Ömer. Firuzan oğlunu Erkin’e uzatıp ellerini yıkamak için lavaboya geçtiğinde artık musluğun damlatmadığını fark etti. “Tamir etmişsin!” dedi. Lavabonun yanındaki mucizevi sebze bıçağını gülümseyerek çekmeceye yerleştirdi. Erkin oğlunu yatağına koyup karısının yanına döndü. Firuzan “yatırmadan altını değiştirdin mi diye sorduysa da cevap vermedi. Ona doğru yürüdü ve onu kollarına alıp çalan şarkı eşliğinde birlikte dans etmeye başladılar. Sonrası Ömer’in öğlen uykusunun uzunluğuna bağlıydı… [...]

İLETİŞİM ENGELLERİ

Konu : "İLETİŞİM ENGELLERİ" Tarih : 21 Nisan 2022 Saat : 19:30- 21:30 Mekan: Atölye 23 A Adres : Bakkal Adem Sok. No:23/A Fıstıkağacı/ Üsküdar

“Zihinden Bedene, Düşünceden Duyguya Yaratıcı Drama Atölyesi”

Grup ve online olmanın güvenli ortamında; oyunun ve dramanın farkındalığı yüksek eğlendirici “şimdi” sinde berberce var olmak isterseniz bize Dm’den ulaşabilirsiniz...

BEN OLMAK YA DA OLMAMAK!

Konu: "BEN OLMAK YA DA OLMAMAK!" yaratıcı drama yöntemiyle Kendini Tanıma ve İfade Etme

Tarih: 23 Ocak 2022 Saat: 16:00- 18:00 Mekan : Atölye 23 A Adres: Bakkal Adem Sok. No:23/A Fıstıkağacı/ Üsküdar

İşim Gücüm

Oyunbaz İşler